

Japon yazar Kawabata’nın bazı kitaplarını okuyorum bugünlerde. Uzakdoğu’ya has, hayata incelikli ve doğal yaklaşımları var ve kendine özgü yalın üslûbu ile yazıyor. Yazar, henüz iki yaşındayken yetim kalıyor; büyükannesi ve büyükbabası tarafından yetiştiriliyor ve içine gömdüğü o saklı duygularını daha sonra romanlarıyla dile getiriyor. Kendi hayatı da romanları kadar ilginç. Yazar, Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıktan dört yıl sonra hayatına son vererek intihar ediyor. Belki de hayatın ne kadar anlamsız olduğunu dünyaca tanındıktan sonra anlamıştır. Kim bilir …
Onun romanlarında denildiği gibi, “…hazin güzellikte çiçeklerle bezenmiş gizli bahçeler” vardır.
Şöyle yazıyor “Kiraz Çiçekleri” adlı kitabında;
“Servilerin hepsi eğilip bükülmeden dimdik yükseliyorlar. İnsanların karakterleri de keşke öyle olsa diyorum kendi kendime.” (Yasunari Kawabata: Kiraz Çiçekleri, Doğan Kitap, İstanbul, İkinci Basım, Çeviren: Hüseyin Can Erkin, sayfa 74.)
Ama hayatın içinde ne yazık ki böyle değildir; çoğu insan daha doğar doğmaz eğilmeyi, bükülmeyi öğrenir; ailede, okulda, işte, askerlikte, her yerde itaat etmek, eğilmek, bükülmek ve bir bukalemun gibi renkten renge girmeyi. Toplumlar ve devletler insana şükür etmeyi, itaat etmeyi öğretirler her fırsatta. Günün çeşitli saatlerinde işyerinde bir zavallı olan adam, evine geldiğinde -denildiği gibi-, bir cellat kesilir ve o da içindeki tiranlık duygusunu evinde tatmin etmeye başlar. Ezilmişliğin verdiği bir aşağılık kompleksi yansır tüm davranıșlarına.
İnsan keşke hiç eğilmese, bükülmese, serviler gibi dimdik yaşasa, Kawabata’nın dediği gibi. Ama insanların çoğu çıkarı için bulunduğu kabın içindeki şekli alan sıvı gibidir. Dimdik yaşayan insan sayısı ne yazık ki çok azdır, toplumun içinde, belki yüzde beș bile değildir. Bunlar da ezilir, sürülür, hapsedilir, izole edilir ve toplumun dışına atılırlar.
İșin ilginç yanı, insan eğilip büküldüğünü bilse bile, buna uygun bir felsefe yaratır ve o bakışla birlikte kendisini hiç de küçük görmez, aşağılamaz. Çünkü o eğilip bükülmeyi bir takım yüce değerler için yapıyordur toplumun ona öğrettiği gibi: Mikro veya makro iktidarlar, milliyetçilik, ideoloji, tabular, dinler, inançlar, gelenekler v.s.
Kafka ise șöyle yazmıș bu konuda:
“Asla eğilip bükülme; ruhun hafiflemesin, makul olmaya çalışma; kendi ruhunu başkalarına göre biçimlendirme. Onun yerine, en yoğun saplantılarının peșinden git amansızca.”
(Franz Kafka; Yalnızlık Bir Uçurumdur Aforizmalar, Aylak Adam Yayınları, 2015, Çeviri: Gözde Karalök, sayfa 36.)
En kötüsü ise bunu kișinin zorunlu olarak değil de, gönüllü olarak yapmasıdır; birçok insan gönüllü olarak eğilip bükülür makro ve mikro iktidarların karşısında.
Hayatım boyunca eğilip bükülmemeye çalıştım. Kimseye gidip durduk yerde saygısızlık yapmadım, ama kimsenin karşısında da ezilmedim, eğilip bükülmedim. Bir nevi kafamın dikine yaşadım. Kișisel çıkarlarımın değil de aşkımın, maceranın, duygularımın peşinden gitmeyi yeğledim, yapabildiğim ölçüde.
Önemli olan düş kurmanın bana verdiği sonsuz haz ve derinlik.
Lisede bir İngilizce öğretmenimiz vardı, Zeliha hanım. Severdim kendisini. O bir gün şöyle demiști: “Nokta kadar menfaat için, virgül kadar eğilmeyin.”
Bu söz her zaman kulaklarımda yankılandı, ta ki şimdiye kadar. Çocukken zaten biz romanlardan öğrenmiştik arkadaşlarımla dik durmayı, hayatın karşısında ezilmemeyi, bükülmemeyi, eğilmemeyi, hiç kimseden emir almamayı, işte bu bir önemli dersti. Daha önce yazdığım gibi özellikle John Steinbeck ve Jack London’ın romanlarındaki asi, serseri ruhlu ve eğilip bükülmeyen tiplerden öğrenmiştik maceracı olmayı, dik durmayı, eğilip bükülmemeyi.
Hayat yorgunları
“Vazgeçmiş değilim; yalnızca yorgunum, o kadar.” (Joanne Greenberg: “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, Metis Yayınları, Mayıs 2023 İstanbul, Çeviri: Nesrin Kasap, sayfa 118.)
İnsanı hayat yorar. Bir noktaya geldiğinde insan artık ilişkilerinden, toplumdan, tabulardan, üzerinde baskı oluşturan her şeyden yorulmuştur. Bu yorulma bir teslim oluş ya da yukarıdaki alıntıda denildiği gibi bir vazgeçiş de değildir. Tam tersine, hiçbir şeyin anlamlı olmadığını anlamak ve bir dinlenme noktasına kaçıştır bir süreliğine.
Çünkü hayat yorgunudur insan.
İnsan yorgunudur o.
İnsan ilişkilerinin yorgunudur.
İnsan her şeyden yorulur. Yaşamak sırtında bir yük taşımaktır ve Nietzsche’nin dediği gibi o en ağır yük olan kendindir.
“Artık bazı șeylerden bahsedilmesini istemiyordum. Huzur istiyordum. Kitaplar okumak, müzik dinlemek, sabah sabah dağda veya plajda dolanmak istiyordum…” (Philippe Djian: “Affedilemeyenler”, Ayrıntı Yayınları, Birinci Basım: 2014 İstanbul, Çeviri: Çağdaș Ekin Şișman, sayfa 8.)
Yaşamak yoruyor insanı bir noktadan sonra, artık insan huzur içinde bir ölüm istiyor. Ben buna tanık oldum hayatım boyunca. Bazı insanlar tanıdım. Örneğin, tanıdığım bir insan ki eşimin yakın akrabalarından birisi olan bir kadındı, kendisi 96 yaşında vefat etti.
Zengin bir kadındı o, hayatının son birkaç yılına kadar ciddi bir sağlık sorunu da yoktu, yakınlarının da sağlık sorunları yoktu; kızının, torununun. Vefat etmeden önce onunla konuştuğumda, sohbet ettiğimde bazen ölmeyi istediğini ifade ederdi. Ama bu ölüm, doğal bir ölüm olmalıydı. Yani artık yaşamaktan yorulmuştu. Her gün aynı şeyleri yapmaktan, aynı yemekleri yemekten, aynı kişileri görmekten belki. Ve tanıdığı çoğu insan, geçmişteki kardeşleri, akrabaları, annesi, babası, bütün tanıdıklarının %90’ı belki vefat etmişti ve artık onlar yoktular. O kendisi de sonsuzluğa karışıp gitmek istiyordu.
İşte bu, yaşamanın getirdiği bir yorgunluktu. Yaşamak, denildiği gibi, insanı yoruyordu insanı, bir noktadan sonra artık yaşamak bile istemiyordu insan.
Yani bu gerçek Dostoyevski’nin yazdığı gibi değil her zaman. “Ölüm anı gelip çatınca , bir idam mahkûmu ölüme gitmektense, yüksek bir kayanın üstünde , ancak ayaklarının sığabileceği kadar dar bir alanda yaşamak zorunda kalmayı ; etrafını uçurum , okyanus , sonsuz bir kahır , sonsuz bir sessizlik ve sonsuz bir fırtına çevrelese , bir adım ötesinde uçurum olsa bile, binlerce yıl , hatta sonsuza kadar bu şekilde yaşamayı yeğleyebileceğini söylüyordu! Yeter ki yaşasın , ne olursa olsun yaşasın , yalnızca , yeter ki yaşasın!“ (Fyodor Dostoyevski: “Suç ve Ceza”, Can Yayınları, İkinci Basım: Mayıs 2017 İstanbul, Çeviri: Sabri Gürses, sayfa 208.)
Bu bir gerçek belki, ama her durumda, her insan için geçerli değil. İnsan yașamaktan yoruluyor bir noktadan sonra. Bazı insanlar ise belki doğal bir ölümle gelecek huzuru, sessizliği arıyor ve istiyorlar.
“Ruhum hayat yorgunu.” (Fernando Pessoa: Huzursuzluğun Kitabı, Can Yayınları, Çeviri: Saadet Özen, 30. Basım: 2021 İstanbul, e-kitap, sayfa 1073.)
Ben henüz bir hayat yorgunu değilim. Belki eșimin akrabası gibi 90’lı yaşlara gelirsem ben de yorulabilirim; ama şu an yaşamaktan, her şeye rağmen yaşamaktan keyif alıyorum ve küçük mutlulukların, küçük keşiflerin, küçük detayların peşinde gitmeyi seviyorum.
“Bunca düş kurmuş olmaktan yorgunum, ama düş kurmanın kendisinden yorulmuş değilim kesinlikle.” (Fernando Pessoa, age, sayfa 249)
Ben de çok düş kurmuştum. Hâlâ da bazı düşlerim var. Bunların bazılarını belki gerçekleştireceğim, bazılarını da gerçekleştiremeyeceğim. Ama bunun hiçbir önemi yok. Önemli olan düş kurmanın bana verdiği sonsuz haz ve derinlik. Ama ben de bir anlamda düş kurmaktan yorgunum, tıpkı Fernando Pessoa gibi. Ama yine de düş kurmaktan vazgeçmeyeceğim, ta ki son nefesime kadar. Çünkü yalnızca düş kurmak hayata az da olsa bir anlam katan şeylerdendir.
Kendisinin özellikle sorumlu olmadığı bazı konular insanı artık yorar. O konuları çok konuşmuştur ve artık konuşmak istemez. Çünkü canı sıkılır, o yüzden bu konuları pas geçer. Çünkü artık bir noktaya gelmiştir, artık istediği biraz huzur ve sağlıktır. Başka bir şey elde etmeye ihtiyacı, hırsı ve amacı yoktur. Küçük şeylere sevinir, küçük şeylerden mutlu olur, ayrıntılara dikkat eder ve hayatın içinde, gün içinde mutlu olabileceği şeyler arar.
Tabii ki bunların yanı sıra insanlığın toplumun ortak acılarına da duyarlı olmaya çalışır, ama bu onun birey olarak kendi hayatında küçük mutluluklar aramasını engellemez. Kitap okur, resim yapar, film izler, yürüyüş yapar, sevdiği şeyleri yapmayı sever.
Dünyada her an kötü şeyler olmaktadır: Ölümler, katliamlar, kazalar, doğal afetler, birçok şey. Dolayısıyla bunlar üzücü şeylerdir. Bir birey olarak başkalarının acılarına duyarlı olan insan bunlara üzülür, ama bu bile onun hayatını kendine zehir etmesine neden olmaz. Neden? Çünkü insan bu hayata yas tutmaya gelmedi. Şurada iki gün yaşıyoruz ve onun tümünü zehir etmeye gerek yok. Yani oturup hayat boyu yas tutmak gerekmez. Herkes ölecek.
Sonuç olarak bu, kendi dünyana kapanıp başka bir şeyle ilgilenmemek anlamına gelmiyor. İlgilen, ilgilenebildiğin kadar katkıda bulun, duyarlı ol, emek ver, mücadele et, ama bir birey olarak kendi hayatında küçük mutluluklar yakalamaya, küçük huzurlar elde etmeye de devam et. Çünkü bu hayatın diyalektiğidir ve bu dengeyi kurmak gerekir. Yoksa yașamanın bir anlamı olmaz. Bu kesinlikle bencillik değil, hayatın içindeki güzelliği ve dinamizmi yakalamaktır. Zaten insan bir noktaya geldiği zaman artık isteyeceği çok şey kalmıyor: Sağlık ve bir avuç huzurdan başka.
Ezber dünyalar
“İnsanlar, ne derdim olduğunu anlamadılar,” dedi. “Hiç kimseye söylemedim. Galiba çekindim. Gerçekten de anlamayacaklardı.” (Kazuo lshiguro: “Uzak Tepeler”, YKY Yayınları, Üçüncü Basım: 2022 İstanbul, Çeviri: Pınar Besen, sayfa 8.)
İnsanların bazıları ise bütün dertlerini, sorunlarını artık sosyal medyada tanıdık tanımadık herkese duyuruyor, ilan ediyorlar. Kim gizleyebilir ki eteğindeki bütün taşları? Bir anda bütün gizler ortaya çıkıyor ve böylece hiçbir gizemi olmayan bir görüntü veriyorlar. Yanındaki insanla iletişim kuramayan insanlar başkalarından, belki de hayatlarında hiç karşılaşmadığı insanlardan medet umuyorlar. Gerçekten sosyal medyadaki insanlar bu derdini açan, herkesle paylaşan insanı anlayacak mı? Sanmıyorum. Çünkü insanların, başkalarının onların sorunlarını anlamak bir yana, kendi sorunlarını ve kendi dünyalarını bile tam olarak anladıklarını sanmıyorum, hepimiz biliyoruz bu gerçeği.
“Çağdaş’ta Halil Uysal’ın da bir şiiri var: Eskilırmak. Onu da aralayıp geçemedim:
‘Hiç kimse kendisi değil
akıp giden ırmakta
birimsiz bir kimlik taşıyan O
en eski yalnızlıkta
kendimizi arıyoruz durmadan
hiç kimse kendisi değil”
(Salah Birsel: “Bay Sessizlik”, Sel Yayıncılık, Birinci Basım: 2021 sayfa 48.)
Çünkü bir şeyleri anlamak için önce kendini tanımaya çalışmak ve sorgulamak gerek, hep söylendiği gibi. Oysa çoğu insan kendi ezber üzerine kurulu dünyasında mutlu; sahte dünyalar, sahte mutluluklar, ezber dünyalar, oralarda sığ sularda mutludur insanların çoğu.
İnsanın kendine ve doğaya dönüşü
İnsanın doğaya dönüşü, kendi iç dünyasına da dönüşüdür.
Bazı insanlar yaşlandıkça doğaya dönüyorlar, hep denildiği gibi ve yalnızca doğa onları tatmin edebilecek her şeye sahip. Çünkü artık o insanlar her şeye doymuş, belki kariyere, paraya, iktidara … ve bütün bu hırslarından da arınmışlar. Bütün bunlardan boş olduğunu anlamışlar belki. Bu nedenle sonuçta gidilebilecek belki de tek yer doğadır. Çünkü doğaya karışıp sonsuzluğa gideceğiz.
“Orası ya da șurası değildir yurdun. Yurt ya içindedir ya da hiçbir yerde.” (Hermann Hesse: Ağaçlar, Kolektif Kitap, Çeviri: Zehra Aksu Yılmazer, Birinci Basım: Aralık 2018, sayfa 10.)
60’ların ve 70’lerin gençlik ikonlarından birisi olan ve kitaplarında mistik konuları ve insanın kendini arayışını da anlatan Herman Hesse bir dönem başucu yazarlarımdandı, hemen tüm kitaplarını okudum. Özellikle “Siddhartha” adlı kitabından etkilenmiştim.
Hesse, “Ağaçlar” adlı kitabında şöyle yazıyor:
“Tapınaktır ağaçlar. Onlarla konuşmayı, onları dinlemeyi bilen hakikati öğrenir. Öğretiler ve reçeteler vaaz etmez onlar, münferit şeylere aldırmadan hayatın kadim yasasını söylerler.” (Hermann Hesse, age, sayfa 9.)
Biz de çocukken arkadaşlarımla Tersakan ırmağı kenarında ağaçların ve ırmağın hayatın gizini söyleyen fısıltılarını duymuştuk özellikle de hafif bir yaz rüzgârının kavak ağaçlarının tepelerini yavașça salladığı ve ırmağın akışına karışarak gizemli bir şekilde yok olduğu lacivert akşam üzerlerinde.
Peki ya yurtsuzluk nereye düşer? Yalnızlık, kimsesizlik, ıssızlık nereye düşer? Uzak yollarda, uzak ülkelerde, yerlerde kaybolup gitmek nereye düşer?
İnsanın belki de sığınabileceği tek kişi kendisidir denildiği gibi, ama onun tek yurdu da kendisidir bence, nerede olursa olsun. O insanın içindeki kendisi, kendi yurdudur. Yurt salt bir toprak parçası değildir. Yurt insanın kendisidir, ait olduğu bir yer de değildir o, bir aitsizliktir.
Yurtsuzluk özgürlüktür bu anlamda, çünkü insanı sonsuza taşır ve onun dünyasını genişletir.
Ve bazı insanlar yoruldukça hayattan ve diğer insanlardan, toplumdan uzaklara kaçmak isterler. Yalnızlığa doğru bir arayışa girer ve her şeyden ve herkesten uzakta olmaya derin bir özlem duyarlar. Bu bir düştür, işte orada sığınabilecekleri tek şey olarak doğa kalmıştır ellerinde.
Bizim, yani bütün canlıların tek ve asıl yurdu doğadır.
Vahşi kapitalizm dünyanın her yerinde doğayı acımasızca yok etmeye devam ediyor, ne yazık ki. Buna dur diyecek bir güç de yok.
“Can sıkıntısı diye bir șey bilmez doğa, can sıkıntısı kentli insanın bir marifetidir.” (Hermann Hesse: İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez, YKY Yayınları, 6. Basım: 2020 İstanbul, Çeviri: Kamuran Şipal, sayfa 135.)
Şimdi ise ifade ediliği gibi hep internet bağlantısı ya da elektrik kesilince ya da elimizde akıllı telefonumuz olmadığında kendimizi bir anda boşluğa düşmüş hissedebiliyoruz, işte postmodern insanın gerçekliği budur bence. Can sıkıntısıdır, onu bitiren. Oysa doğada sonsuz bir ritim ve uyum vardır. Dolayısıyla can sıkıntısına izin vermez doğa, her canlı kendi ritminde ilerler, can sıkıntısı ise insanın icadıdır.
Doğada büyüdük arkadaşlarımla ve ne internet vardı o dönemde, ne de elimizde bir akıllı telefon. Ne de başka bir oyuncak. Bir kasabada büyüdük ve olanaklarımız son derece sınırlıydı. Ama buna rağmen doğadaydık hep; elma ve mısır bahçelerinde, ırmakta ve doğayı keşfederek hiçbir zaman can sıkıntısı duymadık, aksine çok mutluyduk. Elma, ceviz bahçelerinde soluk alıyorduk doğayla birlikte.
Uzaklar
“Benim istediğim, hiçbir sey düşünmeden, bir bağlantıya girmeden gitmekti, gitmek. Hayat, kişinin hiç durmadığı, birbirini izleyen bir trenler, yollar, gemiler dizisiymiş gibi. Derdimi anlatamıyordum. Gitgide daha uzağa gitme isteği. Ama kişinin hiç dönmeyecegi bir uzaklığa. Hep ilerlemek. Ve hayat geçti. Öyle çabuk geçti ki onu duymuyordum bile.” (José Mauro de Vasconcelos: Güneşi Uyandıralım, Can Yayınları, Çeviri: Saadet Özen, 90. Basım İstanbul, sayfa 181.)
Uzağa gitme isteği hep içimizde vardı, bazı çocukluk arkadaşlarımda ve bende.
Uzak neresiydi?
Uzak, romanlarda keşfettiğimiz o gemilerle, trenlerle, uçaklarla saatlerce, günlerce, aylarca gidilen yollardı ve keşfedebileceğimiz sonsuz bir alandı. O yüzden hep uzaklara gitmek istedik ve ben de gidebileceğim kadar uzağa gitmiştim. Bir sert rüzgâra tutunarak ve geri dönüşü aklıma bile getirmeden. Bazı çocukluk arkadaşlarımla ben birer roman kahramanı değildik. Ama biz doğadan esinlenerek kendi romanımızı bizzat yaratmıştık. Gittiğimiz yollar farklı olsa da.
Çünkü uzakların geri dönüşü olmayan bir yol olduğunu biliyorduk ve bu sonsuz yolda olmak beni de mutlu ediyordu.
Hayatın episodları
İnsan hayatının çeşitli dönemleri vardır ve bu çeşitli dönemler içinde insan farklı, birbirine zıt birçok şeyden hoşlanır veya hoşlanmaz. Örneğin, bir dönem birçok resim, afiş, fotoğraf, poster asmayı sever duvarına; yazarların, ressamların, politikacı liderlerin, önderlerin. Aynı insan başka bir döneminde ise bütün bunları duvardan indirir ve belki boş duvara bakmayı yeğler. Bir dönem gürültüden hoşlanır, daha sonra sessizliğe gömülür ve esas müziğin, mesajın, şiirin sessizlik olduğunu anlar belki de. Ve hayatın farklı bölümleri aynı kişiyi farklı davranışlar yapmaya, farklı şeylerden hoşlanmaya doğru sürükleyebilir.
Ama sessizliğe bir huzur eşlik etmelidir ki insan doğanın, hayatın derinliğini ve farklı tatlarını kavrayabilsin. Burada tercih edilmiş bir şey vardır: Törensel bir sessizlik arzusu, herhangi bir sözsüzlük. Farklı iletișim biçimleri arayıșı belki.
Başımızın üstündeki büstler
Başımızın üstüne putları, büstleri koymayı severiz, birilerinin büstlerini idolleştiririz, onları hayatımız boyunca başımızın üstünde taşırız, yere düşürmekten korkarcasına. Farklı toplumsal kesimlerin büstleri de farklıdır birbirinden.
Şunu da gözlemlemiştim: İnsan, özellikle bir şeyleri birey olarak değiştiremediğinde, öfke ve çaresizlik hissettiğinde putlar yaratıyor ve kendi zihnindeki imgeleri o putlara, o kurtarıcılara yüklüyor ve böylece bir nevi, belki de içsel bir rahatlama hissediyor ya da vicdanen böyle, bilemiyorum.
Ben uzun yıllardır başımın üstünde hiçbir şey taşımıyorum; hiçbir idolüm yok, hiçbir kahramanım yok, hiçbir büstüm yok başımın üstünde.
Kendimi çok hafif hissediyorum artık, sadece kendimle yürüyorum; ideolojilerle, inançlarla, liderlerle, teorisyenlerle değil, sadece ve sadece kendimle.
Bu bir öze dönüş hikâyesidir. Bu bir kendi olma hikâyesidir bence.
Çünkü şunu fark etmiştim: Başının üzerine koyduğun her büst , poster, fotoğraf, herhangi bir obje senin üzerindeki iktidardır. Üstelik bunu gönüllü olarak yapmak daha da trajiktir.
Özgürlük şöyle bir silkelenip bașının üstündeki bütün ağırlıkları, putları, liderleri, idolleri, ideolojileri, inançları ve tabuları bașının üzerinde tașımaktan vazgeçtiğin anda başlayacaktır.
Erol Anar
Paraná,
30-31 Ağustos 2025.
Görsel: Rene Terp, Pexel.
Share this content:
Faça um comentário