Gece Notları: Sen de kaçtığın bütün sürülerin yara izlerini taşıyorsun

“Zihninin Efendisi olduğunda yaşamının da Efendisi olursun.” (Robin Sharma: Ferrari’sini Satan Bilge, Pegasus Yayınları)

Oysa zaten zihnimizin Efendisi olduğumuzu, her şeyi kendi özgür irademizle seçtiğimizi ve böylece düşüncelerimizi yönettiğimizi düşünürüz; bu aslında tamamen bir yanılsamadır.

Bir düşünceyi şu ya da bu nedenle seçeriz: Bir ideolojiyi, dini, inancı, dünya görüşünü, düşünceyi ve ondan sonra da onu genellikle hiç sorgulamadan yaşamımızın sonuna kadar sırtımızda, beynimizde taşırız ve böylece o kavramın ağırlığı altında eziliriz; farkında olmasak da.

İnsan ancak başkalarının kendisine biçtiği değeri kabul ettiğinde boğulur ve
böylece yaşamı anlamsız hale gelir.

Ve yine de özgür olduğumuzu sanırız, ne büyük bir kandırmaca! İnsan denildiği gibi en çok kendisini kandırır ve en büyük kandırmacaları da kendisine karşı yapar. İnsan kendisine karşı bile pusu kurar.

Zihninin Efendisi olmadığını fark eden bir insan hayatında büyük bir adım atmış bir insandır, o artık sorgulama evresine geçecektir. Çünkü bir gerçeğin farkına varmıştır, büyük bir gerçektir bu ve dolayısıyla onun sorgulaması kendisini, toplumu ve her şeyi alt üst etmesini, putlarını yıkmasını, düşüncelerini alt etmesini sağlayacaktır.

“Bilge hiç kimse tarafından küçük düşürülemez, o ruh yüceliğinin farkındadır; kendi kendine kimsenin kendisine değer biçemeyeceğini söyler ve ruhun sefaleti değil derdi olarak nitelendirdiğim her şeyi yenmek şöyle dursun, hissetmez bile.” (Seneca, age, s. 17)

İnsan ancak başkalarının kendisine biçtiği değeri kabul ettiğinde boğulur ve böylece yaşamı anlamsız hale gelir.

İlk olarak yapmam gereken şey bana başkaları tarafından biçilen değeri reddetmektir. Kendi değerimi ancak ben biçebilirim ve bunu da çok büyük bir yanılsamayla değil, gerçekçi bir şekilde yapabilirim. Ne kimseden üstünüm, ne de aşağıdayım; ama kimseye kendimin değerini biçmesine izin vermem. İşte burada kendi olma serüvenime de başlamış oluyorum.

Denildiği gibi, insanın en büyük düşmanı kendisidir ve en büyük zafer insanın kendisine karşı kazandığıdır. Dolayısıyla bunu yapabilen kişi bir kez değil, yaşadıkça tekrar tekrar yapmalıdır; çünkü bir kez kazanılmış hiçbir zafer sonuca götürmez.

Bir noktanın ve ruhun sonsuzluğu

“… temeli sağlam atılmıș bir ruhu sarsabilecek kadar güçlü bir silah yapılamaz.” (Seneca: Bilgenin Sarsılmazlığı Üzerine, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çeviri: Cengiz Çevik, 2019 İstanbul, sayfa 11.)

Ruh belki de en etkili silahtır dünyada. Ruh denildiğinde, ben iç dünyayı anlıyorum. Yani kişinin kendisinin görebileceği, yalnızca kendisinin keşfedebileceği ve sonsuz ovalara, vadilere, göllere, nehirlere, okyanuslara sahip bir iç dünya. Sonsuzlukta bir nokta, ama bir noktanın sonsuzluğu aynı zamanda.

Ruh belki de en etkili silahtır dünyada. Ruh denildiğinde, ben iç dünyayı anlıyorum.

Bence ruhun sağlamlığı, ancak kişinin karakterinin sağlamlığıyla birliktedir. Ruhu ve kişiliği sağlam olan insan kendisini iyi ya da kötü olarak nitelemez, bunların ötesine uzanmıştır. Ne iyi anlamlıdır, ne de kötü onun için, o bu kavramları aşmıştır. Dolayısıyla belki de bundan dolayıdır sarsılmaz duruşu. Ben iyi veya kötü olmadığını, insanların hem aynı anda iyi hem de aynı anda kötü olabileceğini Dostoyevski’den öğrenmiştim. İyi olarak nitelenen bir insan her an kötü, kötü olarak nitelenense iyi olabilirdi. Ayrıca bu kavramlar göreceliydi, bir noktada bazı toplumlara göre değişebiliyordu tarihsel olarak.

Yani ben ne iyi, ne de kötüyüm her zaman dediğim gibi, ben bir insanım

Yani ben ne iyi ne de kötüyüm her zaman dediğim gibi, ben bir insanım; içimde iyilik de var, kötülük de var. İşte o Yerli atasözünde olduğu gibi, içimdeki bu iki kurdun hangisini beslersem o açığa çıkacak. Dolayısıyla insanları iyi veya kötü olarak ikiye ayırmanın yanlışlığını daha çocukken görmüştüm kendi açımdan.

Mahallenin onayı

Mutluluk da bizi tatmin etmiyor, ta ki onu başkaları görene kadar. Mutluluğumuzu başkalarına gösterdiğimizde mutlu olduğumuzu sanıyoruz ve kabul ve onay arıyoruz mahalleden, gruplardan, çevrelerden, insanlardan, siyasal partilerden, geleneklerden, inançlardan, ideolojilerden, her şeyden ve bizi tatmin eden düşünceden; böyle olması gerektiğini düşünüyoruz. Onaylanmak aslında tam tersi, kendi kişiliğimizi unutmak anlamına geliyor ve irademizi başkalarının eline vermiş olduğumuzu gösteriyor bir şekilde.

“Başkaları tarafından onay görmek, elbette ki insanı mutlu eden bir șeydir. Ama onay görmenin kesinlikle gerekli olduğunu söylemek yanlş olurdu. Bir kere, insan niye onay görmek ister ki? Ya da daha açık söylemek gerekirse, insan neden başkaları tarafından övülmek istesin?” (Ichiro Kishimi & Fumitake Koga: Kendinle Savaşma Sanatı, Koridor Yayıncılık, Çeviri: Belgin S. Haktanır, 2019, sayfa 134)

Belki de gerçek hayatta yapamadığımızı sosyal medyada yapmaya çalışıyoruz bir anlamda. En azından gerçek hayatta onay göremezsek yeterli ve bizi tatmin edecek derecede, o zaman sosyal medyaya yöneliyor ve oradan onay almaya çalışıyoruz. Başkalarının paylaşımlarını taklit ediyor, mahallenin hoşuna gidecek yaklaşım ve düşünceleri ve paylaşımları yapıyoruz ve bir şekilde insanlar tarafından her beğen’de, her paylaşımda onaylandığımızı hissediyoruz. Belki bu da bize sahte bir mutluluk duygusu veriyor.

Kimsenin bana ayar vermesine, benim nasıl düşüneceğimi ve davranacağımı söylemesine, belirlemesine ve bana emir, talimat vermesine tahammülüm olamaz. Nasıl düşüneceğimi, nasıl davranacağımı ve hayatın içinde ne gibi yolları seçeceğimi sadece ben, kendi özgür irademle belirlerim ve dolayısıyla bu nedenle kurumların, grupların, çevrelerin veya kişilerin onayına ihtiyaç duymam. İşte bu noktaya ulaştığında kişi kendisini daha hafiflemiş ve özgür hissediyor diye düşünüyorum.

İktidar

“İnsanlar güce taparlar, gücün kurbanları bile güce taparlar.” (Necip Mahfuz: Cebelavi Sokağı’nın Çocukları, Kırmızı Kedi Yayınevi, Çeviri: Leyla T. Basmacı, 2019, İstanbul, sayfa 282.)

İnsanların güce, yani iktidara taptığı aşikâr. Ama asıl şaşırtıcı olan, bence de Necip Mahfuz’un da yazdığı gibi, bütün iktidar kurbanlarının bile ona tapması. Yani iktidar öyle bir şey ki kendi kurbanlarını bile dönüştürüyor onlar bunun farkına bile varmadan. Stockholm Sendromu’nun en etkili olduğu kavram iktidardır.

İşin ilginç yanı, muhalif ve özgür olduğumuzu sanıp, kendini kandıran insanlarız.

İşin ilginç yanı, muhalif ve özgür olduğumuzu sanıp, kendini kandıran insanlarız. Bu içinde bulunduğumuz yanılsamayı beslemek için gerçekliği olmayan ideolojik ya da mistik inançsal dogmalar yaratıyoruz.

Bunlar hiç gerçekleşmemiş, hiç yaşanmamıştır, ama inandıklarımızın yaşanmış olduğuna o kadar çok inanıyoruz ki…  Tarihe baktığımızda ise, her şeyin arzu ettiğimiz şekilde yaşanmış olduğunu görüyoruz. Hatta bundan yüzde yüz eminiz. Ne büyük bir yanılsama!

Arzu gerçekliği yeniyor, çünkü kendimizi kandırıyoruz.

Kısaca Nezakete Dair

“Tapınaklara gerek yok, karmaşık felsefelere gerek yok. Beynim ve kalbim benim tapınaklarım, nezaket benim felsefemdir.” (Dalai Lama)

Ben nezakete çok önem veririm, hem ikili ilişkilerimde hem de her türlü davranış biçimimde. Dolayısıyla nezaket, giderek denildiği gibi, çok daha az rastlanan bir mücevher gibi oldu.

Bir insana nezaket ile yaklaştığınızda, eğer o insan bu davranışı anlayacak kapasitede değilse, o zaman ne söylediğiniz değil, bunu nasıl söylediğiniz de önem kazanıyor.

Ayrıca, bazı insanlara nezaket ile yaklaştığınızda ve herhangi bir art niyet beslemediğinizde bile, sizin bu nezaketinizin arkasında başka şeyler olduğunu düşünebiliyorlar. Ben buna çok tanık oldum hayatımda. Hayatlarında onlara nezaket ile yaklaşan çok fazla sayıda insan olmadı ve bu nezaketi anlayacak kapasitede değiller belki.

İnsan karmaşıktır, ne yaptığını bazen kendisi bile fark etmez. Kim bilir…

Altmış yaşımdayım ve şunu da öğrendim hayattan: Onu anlamayacak olana, kapasitesi yetmeyenlere nezaket ile yaklaşmak tamamen boş bir çabadır. Kimseyi aşağılama, kaba davranma, ama herkese de nezaketle yaklaşmaya değmez. Ve beş kuruşluk değeri olana, altı kuruşluk bile değer verme.

İşte böyle diyorum artık kendi kendime.

Her șeyi bildiğini düșünen cehalet ve dogmalar

Charlotte Brontë’yi severim, onun kısacık yașamı romanları gibi trajiktir. Onun kadın haklarını gündeme getiren ilk romanlardan birisi olarak bilinen ve konusu Victoria dönemi İngilteresi’nde geçen ünlü “Jane Eyre” kitabında şöyle bir diyalog geçer: “Boş laf! Özgür doğanların çoğu bir maaş uğruna her şeye baş  eğerler! Onun için siz kendi adınıza konuşun! Koyu cahil olduğunuz  konularda fikir yürütmeye kalkışmayın.” (Charlotte Brontë: “Jane Eyre”, Can Yayınları, Çeviri: Nihal Yeğinobalı, 4.basım: Eylül 2013, İstanbul, sayfa 150)

Şöyle bir izliyorum da toplumu; herkesin her konuda fikri var. Her şeyi biliyor insanlar denildiği gibi. Yani bildiklerini düşünüyorlar.

Şöyle bir izliyorum da toplumu; herkesin her konuda fikri var.

Olabilir, ama ilginç olan şey şu: Bunu araştırmadan, incelemeden, okumadan yapıyorlar. Yani fikir sahibi olmak için sadece kulaktan dolma bilgiler ya da mahallede baskın olan düşüncenin düşünmeden ön kabulü yeterli oluyor çoğu zaman.

Ben okuduğum araştırdığım zaman bile bir konuyu biliyorum diyemiyorum. Çünkü ne kadar araştırıp okursan incelerseniz bile, o konunun yüzde birini bilmeye dahi yaklaşamıyor insan. Ama yine de bir yazar olarak elimden geldiği şekilde araştırıp okuyarak kendi düşüncelerimi yansıtıyorum. Yine de bu düşüncelerimin değişebilir olduğunu ve hiçbir zaman mutlak doğru olmadığını öngörerek.

Şunu da gözlemliyorum sosyal medya çağında; insanlar bir de internet üzerinden gazete haberi okuyarak fikir sahibi oluyorlar. Daha doğrusu zaten sahip oldukları değişmez olan fikri yeniden kanıtlıyorlar kendilerine her gün. Elbette, böyle olunca da resmi ideolojinin bir versiyonu haline geliyor düşünceleri, her ne kadar görece mahalleye göre değişen bazı kıstaslar olsa da. Zaten o insan resmi ideolojiyi ailesinden, çevresinden, okuldan çoktan almış oluyor. Medya da her gün binbir manipülasyonla bu resmi ideolojileri perçinliyor. Ve artık kişinin düşünceleri değişmez ya da çok zor değişir bir kıvama geliyor.

Sadece herhangi bir kesimden söz etmiyorum, görebildiğim kadarıyla toplumun hiçbir kesimi birbirinden farklı değil. Hatta muhalif olduğunu sanıp da resmi ideolojinin argümanlarını savunan insan da çok, en “sol”a kadar.

Elbette, okuyorum, araştırıyorum; ama ille de benim fikrim kabul edilsin demiyorum. Öyle bir iddiam yok. Ben sadece düşüncelerimi dile getiriyorum, okuyup araştırdıktan sonra kendi yapabildiğim ölçüde. Ama en azından bir kişi herhangi bir fikri edinme sürecinde okuyup araştırabilir ve daha bilinçli olarak o fikre inanabilir diye düşünüyorum. Çünkü günümüzde internet var;  kitaplar, makaleler var, herhangi bir bilgiye ulaşmak çok daha kolay.

Vaatler erozyonunda boğulmak

Bir insanı kandırmanın ne iyi yollarından birisi ona içinde bulunduğu durumdan daha iyisini vadetmektir. Tarihe baktığımızda da bunu görürüz. Sonu kötü bitmiş bir vaatler yığınıdır tarih. Ve bunun için herkes kendisini diğerlerine bir şey vadetmek zorunda hisseder kendisini. Ya bu dünyada, ya da “öteki dünyada.”

“En kötü düşmanlarımız, bize umuttan söz edenler, sorunlanmızın çözüleceği ve arzularımızın karşılanacağı, neşeli, aydınlık, çalışmanın ve barışın olduğu bir gelecek vadedenlerdir. Vaatlerini yenilemenin onlara bir bedeli  yoktur, ama onlara kulak vermek bize çok pahalıya mal olur ve yalnızca yanlış fikirler ediniriz, biz ne kadar ilerlersek bu fikirler de o kadar etkili olur ve muğlaklığın sultası altında o ölçüde eziliriz.” (Albert Caraco: Kaos’un Kutsal Kitabı, Sel Yayıncılık, 2. Baskı: Mayıs 2016, İstanbul, Çeviri: Işık Ergüden, sayfa 53-54.)

Dünya asla bir cennet olmadı ve hiçbir zaman da olmayacak. Dünyada cennet diye bir şey olmayacak; zaten “öteki taraftaki cennet” diye bir şey olduğuna da inanmıyorum. İdeolojiler, inançlar insanı bu noktaya getirdi, bir vaatler yığınının altında boğuluyor insanlık ama o vaatler hiçbir zaman gerçeğe dönmeyecek. Ne yazık ki… Ve bence bunun adı umutsuzluk da değil; bu gerçeğin ta kendisi; bir kaya kadar sert ve çelik gibi bükülmez bir gerçek.

Oysa en güzeli, hiçbir șey vadetmeden, yapabileceğinin en iyisini bu dünyada yapmaktı. Ama belki de insanlığın yapabileceğinin en iyisi zaten buydu, bilemiyorum.

SürüLEŞme!

Bir duvar yazısında okumuştum hoşuma gitmişti. Aynen şöyle yazıyordu: “HerkesLEŞme!”. Aynı mantıkla “SürüLEŞme!” de denilebilir.

İnsanları itaat ettirmek ve sürünün içinde tutmak için birçok teknik ve mekanizma devreye sokulur. Örneğin denilir ki, “Sürüden ayrılanı Kurt kapar.” 

Kurt kapsa ne olur, kapmasa ne olur? Çünkü zaten sürünün içinde olduğunda Kurt seni kapmış demektir; ama sürüden ayrı, kendi yoluna gitmeye karar verdiğinde artık en azından sürünün içindeki Kurttan kurtulmuş oluyorsun. Ondan sonra senin dayanıklılığın ve kendi iraden üzerinde güç sahibi olman, kendi geleceğini bir ölçüde belirleyebilir. En tehlikeli Kurt, sürünün kendisidir.

Peki ya Kurttan güçlü olursan, o seni nasıl kapacak? Var olan bütün bu gruplaşmalar, çevreleşmeler, örgütlenmeler, kurumlar sürüleştirmeye hizmet ediyor. Çünkü hepsi birbirinin taklididir; hatta ne kadar muhalif ve özgür olduğunu düşünsen de de yine sürünün içindesin.

Çünkü insanlar belki bir sürüden ayrılmış, ama hemen başka bir sürü yaratmışlardır.

Çünkü insanlar belki bir sürüden ayrılmış, ama hemen başka bir sürü yaratmışlardır ve üstelik ayrıldıkları sürünün kurallarını tekrar ederek, aynen kopyalayarak. İște orada bir özgürlük yoktur, bir gelecek de.

Fernando Pessoa, “Anlamaktan Yoruldum” adlı kitabında, “Kaçtığım bütün savaşların yaralarını taşıyorum.” diye müthiş bir metaforik cümle yazmıştı. Ben de bu cümleden esinlenerek şöyle diyeceğim: Sen de kaçtığın bütün sürülerin yara izlerini taşıyorsun.

Belki de sen ayrıldığını sandığın bütün sürülerin içindesin genel anlamda. Bu gerçeği hiç gözden geçirdin mi? Ya da bir sürüden ayrıldığında hemen koşa koşa gidip başka bir sürüye katılıyor ya da başka bir sürü yaratıyorsun. Çünkü tek başına ayakta durmaya tahammül edemiyorsun, sana böyle öğretmediler hayatı.

“Sürüden bir koyun olmanın ötesinde belli bir özelliği yoktur, bomboştur o insan. Eşyanın boşluğunda kaybolup gitmişse, bir garip zavallıdır o. Kişilik sahibi olma, kendine ait başka bir dünyası, alışılmışın dışında bir tarzı olma demektir. Herkes gibi biri, fakat hiçbir kimseye benzemeyişteki oluş.” (Eugene lonesco: Cehennem Günlüğü, Kaknüs Yayınevi,  1. Basım: 1999, Çeviri: Halil Can, sayfa 31.)

Burada aslında ince bir denge vardır: Kendisinin hiç kimseden üstün olmadığını gören ve bunu zaten iddia etmeyen bir insan ve aynı zamanda kimseye benzemeyen bir insan. Çünkü o, sürülerle bağını koparmış olan, kendi özgürlüğünü kendi elleriyle kurmuş olan insandır. Bunun için kimseye ne minnet borcu vardır, ne de başka bir hesabı. Dolayısıyla kendi kendine ayaktadır, sırtını sadece kendisine yaslamaktadır, ama yine de kendisinin diğerlerinden üstün olmadığını düşünmektedir. İşte bu dengeyi kurabildiğinde kişi kendisini aşmış ve kişiliğini sarsılmaz hale getirmiş demektir.

Buradaki önemli bir ayrıntı şudur: O kişi farklı olmak için farklı olmamıştır, o sadece kendini bulmak için kendi farklılığını açığa çıkarmış bir insandır.

Lütfen SürüLEŞmeyelim!

Erol Anar

Paraná,

30 Haziran 2025.

Görsel: Simon Migaj, Pe

Share this content:

Seja o primeiro a comentar

Faça um comentário

Seu e-mail não será publicado.


*