Aslında filmin senaryosu çok basit. Ama bu ona bir doğallık katıyor aynı zamanda. Her mahallede her an görülebilecek insanlar ve küçük sorunları. İşte bu belki de yönetmenin hedefiydi. Bu anlamda çok fazla abartılı olaylar ve kişilikler yok öyküde. Mahallenin küçük sorunlarıyla akıp gidiyor kendi doğallığında öykü. Ama yine de öykünün arka planındaki bazı güvenlikçilerin bir planı vardır.
İnsanların zamanla sevgiyle birbirlerine bağlanmalarının önemine vurgu yapılmış. Birisini sevmeniz için, onunla aranızda kan bağı olmasına gerek yok. Zorunluluklar bile sevginin doğmasını engellemiyor. İzlemeye değer bir film diyorum. Ben çok beğendim.
Soluğunuzu tutarak izleyeceğiniz bir film. İnceden inceye işlenmiş bir detektiflik hikâyesi ve sonuna kadar izleyicinin ilgisini ayakta tutan bir film bu. Aslında tüm öykü Darin’in usta oyunculuğunda düğümleniyor. Filmi sırtında taşıyan da o. Film Arjantin ve İspanya’da gişede başarı kazanmış, çok izlenmiş.
Filmde, mektup yazıcı kadının karşısına çeşitli kişiler oturur ve bunlar kendi özlemlerini, arzularını kadına anlatırlar. Kimisi sevgilisine mektup yazdırır, kimisi babasına, kimisi ise İsa’ya. Bu portreler, Brezilya’nın çeşitli yörelerinden insanların basit ve küçük isteklerini yansıtırlar. Hepsi yoksul insanlardır ve dünyaları da, düşleri de küçüktür. Çok fazla şey istemezler. İstedikleri tek şey biraz daha iyi ve insani bir hayat yaşamaktır.
Aslında adalet diye bir şey yoktur. Adalet adı sadece “Adalet Sarayı” üzerinde bir tabeladan, yazıdan ibarettir. İçi boştur. İşte filmin dikkat çektiği gerçeklerden birisi bu. Devlet sistem yurttaşı için adalet sağlamak için parmağını oynatmaz, aksine adaleti kendi yararına ve yurttaşların zararına olacak şekilde buker. Yani adaletsizlik üzerine kuruludur.
Filmde şiddet, intikam, sahtecilik, acımasızlık duygularıyla, insanların rollerinin nasıl anında değiştiği ve gerçek yüzlerinin ne kadar korkutucu olduğuna dikkat çekiliyor. Ricardo Darin’in oynadığı hikâye de çarpıcı. Devletin ve onunla işbirliği halindeki özel büyük şirketlerin nasıl bir anda bir insanın hayatını mahvedebileceği ve onu toplum dışına atabileceğine vurgu yapılıyor.
Uyuşturucu tedavisi gören Anders, 11 aydır temizdir. Bir iş başvurusu yapar. Ama son anda vazgeçer tekrar. Ne yapacağını bilmemekte, varoluşunu sorgulamaktadır. Çalışsa, evlense, diğerleri gibi çocuk yapsa ne olacak diye düşünür. Aradığı bu değildir. Diğer yandan bir labirent içindedir.
Hayat acımasızdır. Ve tek başınadır bu kurtlar sofrasında. Volodya dışında kimse umursamaz onu gerçekte. New Yorker’da okuduğum bir yorumda Lilya, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanında para karşılığı erkeklerle birlikte olan Sonya karakterine benzetilmiş. Belki biraz çağdaş Sonya bence. Çünkü içinde bir umut vardı son ana kadar ve hiç kimseye bir kötülük yapmamıştı şu dünyada, her ne kadar haksızlığa uğrasa da. Sonya gibi bir Raskolnikov’u da yoktu üstelik. Hoşlandığı genç, onu sattı.
Bu yüzden fillmde nostaljik bir hava da var. Giderek sıkışan geleneksel üretimin kaçınılmaz yok oluşuna, bir sevgi şarkısının yerini ruhsuz bir şekilde işleyen kuralların aldığına vurgu yapılıyor bence. Sevgi ile, severek üretilmiş ürünler, insanların hikâyelerini, özlemlerini, hayallerini de barındırır içinde.
Birey, önüne çıkanı acımasızca ezen devlet tarafından eziliyor. Bu noktada devleti kim simgeliyorsa, o devlet adına bu gücü ve şatafatı yaşıyor. Belediye Başkanı kendini devletle, güçle özdeşleştirmiş. İşbirliği yaptığı askeri ve yargı güçlerini tehdit ediyor, “Ben olmazsam, siz de olmazsınız.” diyor.