Oblomov, bize aslında hayatın anlamsızlığını ve varoluş yalnızlığımızı anlatır. Eğer sonunda kaçınılmaz olarak ölüme gideceksek bu kadar çaba, bu kadar çalışma niye? Ne gerek var? İnsan kısack hayatında mümkün olduğu kadar dinlenmeli ve rahat etmeli düşüncesini taşır Oblomov. O varoluşunun yükünden sıyrılarak rahatlamış bir kişidir.
Bu noktada yazar, iktidar kavramının hangi ideoloji ya da inançla yükselirse yükselsin hep aynı kaçınılmaz sona doğru ilerlediğini tespit ediyor. Max Stirner’in “Devrim, şu bildik efendiyi tahtından indirdi ama, Efendiyi yok etmedi;” dediği gibi .
Bütün değerleri ve inançları sorgulayan bir yalnız filozof Sade. Öldükten sonra oğlu muazzam el yazması yapıtlarını yaktı. Ama yine Sade kalan yapıtlarıyla günümüze kadar ulaştı
Fantastik bir dünya, distopyanın egemen olduğu korku verici bir ortam. Üçleme, “Açlık Oyunları”, “Ateşi Yakalamak” ve “Alaycı Kuş” kitaplarından oluşuyor. Sürükleyici hikâyesi ve yalın dili ile kendini bir solukta okutturan kitaplardan.
Vassaf, kitabında çeşitli başlıklar altındaki kısa denemelerinden bir bütün oluşturmuş. Bu denemelerde filozofların sözlerinden de yararlanarak, kendisine yeni pencereler açmış. Eğer hâlâ okumadıysanız bu kitabı sevebilirsiniz. En azından okumaya değer, sevmeseniz de diye düşünüyorum.
“Ekmek Arası” Charles Bukowski’nin otobiyografik ve en trajik kitabıdır bence. Kapitalizmin büyük bunalım döneminde (Great Depression 1929) geçen zor bir çocukluk. İşsiz baba, işsiz komşular, yoksulluk… Ve bunların yanında da fiziksel olarak zorluklar -yüzünde çıkan sivilciler- okulda izolasyon, en önemlisi baba baskısı. Annesinin de korumadığı çocuk Charles, hemen her gün nedensiz olarak banyoda babasından kayışla dayak yermiş. Bu yüzden babasından doğal olarak nefret etti hayatı boyunca.
Soru da şu: Bize bazı edebiyat eleştirmenleri ya da akademik çevrelerce dayatılan hatta kutsal bir ikonmuş gibi sunulan yazarları beğenmek zorunda mıyız? Onları büyük olarak görmek durumunda mıyız, yoksa kendi bireysel tercihimizi özgürce yapabilir miyiz? Yoksa bu “haddini bilmezlik” midir? Ben okurun bu konuda tercih hakkı olduğuna inanıyorum.
Gogol’un gerici görüşleri Belinski’yi çok sinirlendiriyor ve yazdıklarına çok değer verdiği bu yazarı şaşkınlıkla izliyordu. Sonradan Dostoyevski de aynı gerici görüşlerin esiri olacaktı Sibirya’dan hapishaneden döndükten sonra. Hatta Çar’a mektup yazacak onu yüceltecekti. Aynı Gogol’ün yaptığı gibi.
Kendini nerede bulur insan? İçeride mi dışarıda mı? Kendi iç dünyasında mı, yoksa dış dünyada mı? Peki bir insan kendisiyle çıplak ve öz kendisiyle ilk karşılaştığında ne olur? Böyle bir karşılaşma paha biçilm