Belki de Hayata Fazlayız ya da Eksik

Osamu Dazai kitapları okuyorum  son günlerde. Japon edebiyatına devam. İlginçtir o da okuduğum son iki Japon yazar gibi intihar etmiş. Bilemiyorum ama galiba Japon yazarlar arasında intihar yaygın gibi görünüyor sanırım. Zengin bir ailenin çocuğu olan yazar çılgın bir hayat yaşamış; esrarkeş bir alkolik olarak intihar etmeyi defalarca denemiş. En sonunda 1948 yılında başarılı olmuş ve genç yaşta daha  39 yaşındayken kendi hayatına son vermiş. “Hızlı yaşa genç öl, cesedin yakışıklı olsun!” sözünün gerçek hayattaki bir  yansıması gibi sanki. Yazarın modern klasik olarak bilinen yapıtlarında yalnızlık ve insanın varoluş sorunu da işlenir. Örneğin “Batan Güneş”, “İnsanlığımı Yitirirken”  başlıklı yapıtlarında da intihar konusu geçiyor.

“Ah, insanlar birbirleri hakkında en temel şeyleri bile bilmiyorlar. Birbirlerini zerre anlamadan en iyi arkadaş olduklarını sanıyorlar. Yaptıkları hatayı asla anlamadan sürdürüyorlar yaşamlarını…”  (Osamu Dazai: İnsanlığımı Yitirirken, İthaki Yayınları,  Çevirmen: Peren Ercan, Ocak 2025, İstanbul, sayfa 77.)

Aslında şöyle bir çevremize ve kendimize bakalım birçok şeyi bildiğimizi düşünür, her şeyin farkında olduğumuzu iddia ederiz hep. İnsanları tanıdığımızı, her şeyi daha bakar bakmaz anladığımızı sanırız. Kendimize gerçekte olmayan vasıflar bağışlarız durmadan. 

Aslında en yakınımızdaki insanlarla bile olan ilişkimizde onları tanımaktan acizizdir; ama tanıdığımızı sanırız. İşte bu sanılar üzerine kurulu felsefemiz, bakış açımız bizi hayatımızın sonuna kadar yanıltacaktır. 

Gerçekte hiçbir şeyin farkında olmayıp da, her şeyi farkında olduğunu düşünen birçok insanla karşılaştım hayatım boyunca. Aslında her şeyin farkında olmak imkânsız bir şey. 

Ben de bir zamanlar belki kendimi ve herkesi kolaylıkla tanıdığımı, hatta her şeyin farkında olduğumu düşünüyordum. Ama sonraları böyle olmadığını anladım.

Gerçekte hiçbir şeyin farkında olmadığını anladığı an, işte o an birçok şeyi anlamanın yolları açılır insanın önünde.

“Hayat denilen şeyi tek kelimeyle özetlersen nedir?” diye, dün akşam yemeğinde dayıma eşlik ederken şakalaşır bir tonda sordum “Hayat mı? Hiç bilmiyorum. Ne var ki dünya, șehvet ve hırstan ibaret.” (Osamu Dazai: “Koş Melos!”, İthaki Yayınları, 4. Baskı: 14 Temmuz 2023 İstanbul, Japoncadan çeviren: Elanur Adalıoğlu Şen,  sayfa 42.)

Ne kadar doğru bir tanımlama, tespit. Dünya gerçekten hırs üzerine kurulmuş: İktidar hırsı, kariyer hırsı, para hırsı ve birçok hırs daha. Hiçbir zaman paranın peşinde koşmadım, az bir parayla yetinmeye çalıştım. Hâlâ da öyle kendi hayatımda. Ve hiçbir zaman mikro ve makro iktidarlara da düşkünlüğüm olmadı. Hep bunların bireyi bağlayan, tutsaklaştıran bağlarından sıkıldım. Diğer yandan kariyer yapma gibi bir derdim de olmadı. Çünkü bu hırsların hepsi tek bir şeye hizmet eder sonuç olarak: Mikro ve makro iktidarlar aracılığıyla insanlara hükmetmek ve onların üzerinde iktidar kurmak. Para sahibi olmak da, hırslı bir insanın çevresindeki insanlar üzerinde iktidar kurmasına neden olabilir, en azından bazılarının üzerinde. İşte burada iktidar onu uygulayanı da köleleştirebilir, üzerinde iktidar uygulanını da.

Sözünle değil, eyleminle konuş

“Başarılı olmak istiyorsanız kazancınızdan, ilişkinizden ve yapacağınız bir sonraki hamleden söz etmeyin.” (Seni Yoran Her Şeyi Bırak, Müthiş Psikoloji, Destek Yayınları, 1. Basım: 2022, sayfa 177.)

Eşimin annesinin teyzesi vardı: Dona Clarinda. Kendisi birkaç yıl önce vefat etti, huzur içinde uyusun. 96 yaşındaydı, onunla bazen sohbet ederdim. Çünkü hayata ilişkin çok deneyimleri vardı ve gözlem gücü de olağanüstüydü. Neredeyse yüz yıllık bir çınardı. Hayatının sonuna kadar mental sağlığını korumuştu ve onunla sohbetlerimizde bir gün şöyle demişti bana: “Bir işi, bir şeyi yapmadan, gerçekleştirmeden önce onu insanlara söyleme, açıklama. Çünkü bunu engellemek için ellerinden geleni yapacaklardır bazıları. Bu nedenle sessiz kal. O gerçekleştirmek istediğin şeye yönelik emek vermeye, sessiz bir şekilde adım atmaya devam et. Eğer bir desteğe ihtiyacın yoksa, bunu tek başına gerçekleştireceksen, yoluna yalnız devam et ve kimseye söyleme, ta ki onu yapana kadar.”

Oysa çoğu zaman yapmayı düşündüğümüz, tasarladığımız şeyleri ilgili ilgisiz herkese her fırsatta anlatırız ve böylece aslında o yapmayı düşündüğümüz hayalimiz ya da tasarımımızın da altını oymaya başladığımızın farkında olmayız. Bu nedenle çoğu zaman artık susuyordum. Aslında uzun yıllar önce bunu biliyordum ve bir şeyi gerçekleştirmeden onu ortaya koymamak gerektiğini. Ama bazı anlarda uygulayamamıştım bunu. Ama  Dona Clarinda da söylediği zaman, artık tamamen netleşmişti kafamda bazı şeyler.

Sosyal medyada sık sık görüyorum: Bazı insanlar tasarılarını sadece yakınlarına değil, herkese açık olarak paylaşıyorlar. Yapmak istediği bir şeyi, bir hayalini v.s. Ama ona yönelik de adım atmıyor çoğu. Yani boş konuşmayı seven bir insan topluluğu var. Ben o insanlardan hiç olmadım. Bir şeyi yapmayı düşünüyorsam, ona yönelik adım atmaya da başlarım. Başarılı olayım ya da olmayayım, bunun bir önemi yok. Önemli olan onu gerçekleştirmeye yönelik bir emek vermek, bir adım atmak. Ama çağımızda dediğim gibi çok boş konuşanlar var.

Hem zaten insanların en azından bir kısmı kendilerinin yapmadıkları, yapamadıkları şeyleri başkalarının yapmalarından hoşlanmazlar.

Orta Doğu Mantalitesi Üzerine

Orta Doğu coğrafyasına baktığımda şunu görüyorum: Çoğu insan kendisini iki şekilde göstermeye çalışıyor. Birincisi kendisi her zaman haksızlığa, adaletsizliğe uğramış bir kurban, mağdur.  İkincisi ise yine kendisini sütten çıkmış ak kaşık olarak gösteriyor. Hatasını, yanlışını, eksiğini kolay kolay kabul edemiyor, bunun yerine karşısındakileri suçlamayı yeğliyor.

Ve bir nevi kendi kendini vaftiz ediyor, kutsuyor ve adeta kendisini melekleştiriyor. 

Örneğin, herhangi bir kesime göre kendisinin yolu tam doğru. Onun dışındaki her şey yanlış. 

Kimisine göre kendisi melek, hatasız. Kendisini en yukarı koyup kutsuyor.  Ve özeleştiri kültüründen yoksun bir şekilde, gelişmeden, kendini geliştiremeden, geçmişe ağıt yakarak ve geçmişi kutsayarak sloganlarla yoluna devam ediyor, ama giderek de kitle olarak küçülüyor ve etki anlamında tüm dünyada.

Hep kurban olanlar kendileri onlara göre. Siyasal iktidarı ellerine alsalar dahi mağdur rolünü oynamaktan vazgeçmiyorlar. 

Ve bunun için de toplumsal kutuplaşma çok keskin bir şekilde artmış görünüyor. Ve hiçbir kesimde bir diğerine karşı hoşgörü yok. 

Bunun sonucu olarak da, kendisininkinden başka hiçbir düşünceye yaşam hakkı tanımıyor. Düşünce ve ifade özgürlüğü dediğinde, yalnızca kendisi gibi düşünenlerin özgürlüğünü anlıyor.

İyi-kötü ikileminde kalmış, her şeyin saf iyi veya saf kötü olduğuna inanan bir bakış açısı bu coğrafyada egemen. Dolayısıyla kendisine en iyi, en güzel, en doğru olanları; karşısındakine, diğerlerine ise en kötü, en çirkin olanları yakıştırıyor.

Çöl

Kafka, “içerideki çöl”den söz ederdi.

“Herkes kendi önündeki çölü süpürmelidir,” diyor Nilgün Marmara. (Nilgün Marmara: Kırmızı Kahverengi Defter, Yelos Yayıncılık, Temmuz 2000, sayfa 20.) 

Ben çölleşmeyi en geniş anlamıyla alıyorum:  Hem dünyada doğadaki çölleşme, hem entelektüel ve düşünsel çölleşme, hem bireysel ve toplumsal çölleşme, kurumsal çölleşme, hem de insan ilişkilerinin çölleşmesi. En kötüsü de insanın kendisinin her anlamda çölleşmesi olsa gerek.

Oysa bu coğrafyada çoğu insan evinin önündeki ve içindeki çölde sahte bir şekilde, gerçekte olmayan şeyleri kendisine bahşederek yaşamayı tercih ediyor.

Toplum

Toplum dediği tam olarak neydi? İnsanın çoğulu mu? Toplum denen şey tam olarak nerede bulunuyordu? Tüm hayatımı toplumdan korkarak, onu güçlü, ürkütücü ve korkutucu bir şey olarak hayal ederek yaşamıştım.”  (Dazai: İnsanlığımı Yitirirken, İthaki Yayınları,  Çevirmen: Peren Ercan, Ocak 2025, İstanbul, sayfa 77.)

Bilindiği gibi kapitalist devletin yarattığı birey, özgür bir birey değildir. O tam tersine robotlaştırılmış ve ihtiyaçlarının kölesi olmuş bir kişidir. Devletler, ideolojileri ne olursa olsun bireyi sevmezler. Aksine onu toplumun içinde eriterek şekilsiz bir hale dönüştürmeyi severler ve böylece çeşitli kavramlarla, değerlerle, geleneklerle, tabularla o bireyi kuşatarak onun bireyselliğini yok ederler. Sıradan, tornadan çıkmış gibi kişiler üretilir ve bunlar daha kolay yönetilebilir. O anlamda bilindiği üzere  birey, ancak toplumdan ayrı durduğu ölçüde bireydir. Bunu birçok filozof da dile getirmiştir, Krishnamurti’den Osho’ya kadar.

Yani toplum içinde birey eriyor ve özgünlüğünü  kaybediyor. Peki burada bir çelişki yok mu? İnsan sosyal bir varlık ve toplumsal bir gerçeklik içinde yaşıyor. Yani toplumu tamamen reddederek birey olmak mümkün mü?

Burada bireylerin kendi kişilikleriyle, kendi özgün düşünce ve duygularıyla, karakterleriyle toplumu oluşturabileceklerini düşünüyorum. Yani adaların birleşerek oluşturduğu tek bir kara parçası değil, bağımsız adaların oluşturduğu gönüllü bir birliktelik olmalı toplum. Ve toplum denilen şey, birey üzerinde baskı ve iktidar kurmamalı. Bunu yapabildiği ölçüde her birey, özgür bir biçimde yaşayabilecektir.

Rol modeller arasında hayatlar

“Kimsenin hayalindeki insan olmak zorunda değilsiniz.” (Seni Yoran Her Şeyi Bırak, Müthiş Psikoloji, Destek Yayınları, 1. Basım: 2022, sayfa 148.)

Çocukluğumuzdan itibaren rol modeller verilir bize ailemiz, toplum, devlet ve sistem tarafından ve bu rol modellere uygun bir kişi olmamız istenir ve onları  özümseyerek itaat etmemiz istenir.

Her taraftan kuşatılmışızdır kavramlarla, kurumlarla, ağlarla ve hareket edemeyiz. 

Böyle yetiştirildiğimiz için, ikili ilişkilerimizde bile karşıdaki özneyi kendimize benzetmek ya da kendimizi ona benzetmek durumunda kalırız. Böylece kişilikler de birbirine karışır, karmaşık bir yün yumağına dönüşür ve karşıdaki insanı biçimlendirmeye ve onu hayallerimizdeki insana benzetmeye çalışırız. Ya da onun bizi biçimlendirmesine izin veririz. Dolayısıyla ne o kendisi olabilir, ne de ben kendim olabilirim böyle bir ilişki durumunda.

İdeolojiler, inançlar, dinler ve çoğu kavram insana rol modelleri önerir ve bir kalıbın içine girerek o kalıp çerçevesinde yaşamayı. Aile de öyle çoğu zaman.

Ama gerçekte ne anne ve babanın hayallerini gerçekleştirmek zorundasın, ne de başka birisinin. Gerçekleştirmek durumunda olabileceğin tek şey kendi hayallerin olmalıdır. Kendi hayallerine sahip olmayan insan, başkalarının hayallerinin peşinden gider.

Rol model olarak gördüğümüz kişiler hakkındaki gerçekleri öğrendikçe aslında hayal kırıklığına uğrarız, tıpkı Kafka gibi. 

O, “Babaya Mektuplar” adlı kitabında babasına şöyle seslenir: “Çünkü sen benim için her şeyin ölçütüydün.” (Franz Kafka; Babaya Mektuplar, İş Bankası Yayınları, Çevirmen: Regaip Minareci, Ocak 2022, İstanbul,  sayfa 7.)

Rol modeller, çoğu zaman kendilerini örnek alan kişileri hayal kırıklığına uğratabilir. Örneğin, Kafka’nın rol modeli babasıydı ve babası onu hayal kırıklığına uğrattı. Sonuç olarak, ne bir rol modeli kendime ölçü olarak alabilirim, ne de başka birisine rol model olabilirim.

“Herkes 15 dakikalığına ünlü olacak! sözlerini söyleyen Andy Warhol’un dediği gibi, şu an içinde yaşadığımız çağda rol modeller de neredeyse 15 dakikalık bir ömre sahip. O kadar değişken ki insanlar taptıkları rol modelleri ertesi gün çöpe atabiliyorlar. Influencer’lardan küresel sistem müzik ikonlarına kadar neredeyse her şey 15 dakikalık. Ama yine de insanların bazıları rol modellerden vazgeçemiyorlar. 

Özgür bir toplumda rol modeller yoktur. Herkes kendisinin rol modelidir.

Geçip giden hayatlar mı, yoksa zaman mı?

“Her şey geçip gidiyor. Bu zamana kadar yaşadığım, soğuk bir cehennemi andıran sözde insan dünyasında tek gerçek şey bu. Her şey geçip gidiyor.” (Osamu Dazai: İnsanlığımı Yitirirken, sayfa 112.)

Her şeyi anlatabilen kısa bir cümle seç deselerdi bunu seçerdim: “Her şey geçip gidiyor.” Hayatı, ölümü ve zamanı bundan iyi anlatan kısa bir cümle daha yok bence. Evet, bu bir buluş değil; herkesin her zaman hayatın içinde kullandığı cümlelerden birisi. Ama bazen onu bir yazar kullandığında, o yazar bir derinliğe sahipse, bu cümleye de bir derinlik katabiliyor.

İşte Dazai’nin cümlesi öyle; hiçbir zorlama yok. Hayatın akışını anlatan ve bir bilgelikle onu kabul eden bir cümle sadece.

Biraz umutsuz ve cehennemi gibi görünse de, aslında hayatın çok yönlülüğünü görmek gerekiyor bence. Dazai biraz daha pesimist belki yaşadıklarından dolayı romanlarının kurgusal dünyasında. Ama hayat, gelip geçenlerle diyalektik bir bütündür acısıyla tatlısıyla, karanlığıyla ışığıyla; Yin-Yang gibi. 

Evet, her şey gelip geçiyor, iyi ki de öyle oluyor. Ya geçip gitmeseydi, işte gerçek cehennem orada olurdu.

“Hayattaki her şey gibi, ben de olduğum yerde boşuna duruyorum.” (Fernando Pessoa: “Huzursuzluğun Kitabı”, Can Yayınları, Çeviri: Saadet Özen, 10. Basım: Aralık 2013 İstanbul, sayfa 126.)

Belki Pessoa’ya itiraz edebilirsiniz yani boşuna bir hayat yaşadığımızı söyleyen yazara, kendi hayatınızın boşuna olmadığını, onun anlam ile dolu olduğunu düşünebilirsiniz. Ama bu anlamlar tamamen sizin kafanızda yarattığınız anlamlardır. Dolayısıyla varoluşçuların söylediği gibi bir anlam yoktur.

Acı olaylar yaşamış, bunun yükünü zihninden ve bedeninden atamamış bir insan bana şöyle demişti: “Sadece yaşamak için yaşıyorum, sadece yaşamış olmak için.”

Dolayısıyla hepimiz boşuna yaşamışız, şu an da boşuna yaşıyoruz bir anlamda. Bu açıdan baktığımda biz hayata fazlayız ya da eksik.

Dünyada bir demir kadar katı olan tek bir gerçek var. Bir türlü görmek istemediğimiz. Onu da Albert Caraco’nun kaleminden çıkan acımasız bir cümlede görebiliriz:

“Hiçbir şey olduğundan fazla değil, her şey başka bir şey olma iddiasında, göründüğü gibi olmayı reddediyor; akıl almaz yüzlerce aldatmaca doğuyor böylelikle…” (Albert Caraco: Kaosun Kutsal Kitabı, sayfa 56)

Aslında o anlam yüklediğimiz ve hatta anlam taşıdığını düşündüğümüz, çok anlamlı olduğunu hissettiğimiz hayatlarımızın sadece kendimizi oyalamaktan ibaret olduğunu ve içinin boş olduğunu görmeden bu hayattan göçüp gideceğiz çoğunlukla. Hayat kendini aldatmadan ibarettir, sadece budur. Belki size çok karamsar, umutsuz gelebilir bu cümleler, ama hayatın belki de varoluşçu bir gerçeğidir bu. Hiçbir șey karamsar ya da umutlu olmak zorunda değil, neyse odur.

“İçeriye dönük gözler”

Ursula Le Guin’in “…muhtemelen şimdiye dek yazılmış en iyi bilimkurgu romanı.” olarak nitelediği Zamyatin’in “Biz” adlı kitabına zaman zaman tekrar gözden atarım. İnsana ve topluma dair güzel analizleri, tespitleri olan bir distopya.

“İnsanların bir zamanlar böyle birine katlanmış olmaları şaşırtıcı, değil mi? Sadece katlanmakla kalmamışlar, bir de hayranlık duymuşlar. Ne köle bir zihniyet! Değil mi?” (Yevgeni Ivanoviç Zamyatin: “Biz”, İthaki Yayınları, Ocak 2020 İstanbul, Çeviri: Serdar Arıkan, Fatma Arıkan, sayfa 40.)

Tarihte ve günümüzde iktidara olan tapınma hiçbir zaman değişmiyor gibi görünüyor. Mikro ve makro iktidarlarla her tarafımız kuşatılmış ve insanlar kendilerini saran zincirleri kutsayarak onlara tapınıyorlar. Bazı insanlarla sınırlı değil aslında, toplumun çoğunluğu böyle ve insanlar çok komik bir şekilde, Stockholm Sendromu tezini kanıtlar gibi hayran oluyorlar efendilerine. Efendilerine tapınıyorlar neredeyse ve kendi durumlarına hiç bakmadan bunu yapıyorlar.

Bu durumu Eugene de la Boétie şöyle açıklıyor muhteşem kitabında:

“Halk bir kere kulluklaşmaya görsün, özgürlüğü öylesine unutuyor ki, artık onun uyanıp yeniden özgürlüğünü ele geçirmesi olanaksız oluyor. Üstelik halk, çok içten ve istekli bir biçimde kulluk (hizmet) ediyor. Bu durumu gören, onun özgürlüğünü değil de köleliğini kaybettiğini sanır.” (Eugene de la Boétie: Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, İmge Kitabevi Yayınları, Çeviri: Mehmet Ali Ağaoğulları, 3. Baskı: Kasım 1011 Ankara, sayfa 32.)

O zaman ister mikro olsun ister makro, iktidar hipnotize edici, büyüleyici bir kavram olarak öne çıkıyor. 

Yaşadığı dönemde ülkesinde yazdıklarının yayımlanmasına izin verilmeyen, yasaklanan, çok eleştiriye uğrayan bir yazar olan Zamyatin, makro iktidarların ve mikro iktidarların acısını çekmiş, bunları görmüş ve Rusya’dan sürgüne gitmeyi göze alıyor. Paris’te yoksul ve yalnız bir şekilde hayata gözlerini yumuyor. Sıradan insanın bu derece gözü kapalı biçimde itaat etmesine şaşırmış her an, ama kendisi bu duruma katlanamamış ve tepki duymuş, yazdıklarıyla karşı çıkmış. 

Yani insanların, toplumun çoğunluğu gibi makro iktidarlara boyun eğip bir de onlara hayran olmamış. Ama bu hayranlığı da anlayamamış.

Çünkü gözlerini açan ve sorgulayan insanlar iktidar kavramının gerçekten ne olduğunu, pek çok insan için ne ifade ettiğini görebilir. Köle ruhlu bir insan hiçbir zaman o kavramın içeriğini göremeyecektir.

“İnsan bedeni, bu ‘daireler’ kadar aptalca yapılmıştı; insan kafaları saydamsızdı ve bu minik pencereler, yani gözler dışında içini görmenin yolu yoktu.”  (Zamyatin: Age, sayfa 25.)

İnsanın iradesini kendi eliyle bir başkasına gönüllü olarak teslim etmesi ve üstelik ona hayran olması hâlâ çözülememiş bir bilmecedir.

Erol Anar

Paraná,

31 Ekim 2025.

Görsel: Mitra Ahmadi, Pexels.

Share this content:

2 Comentários

  1. Merhaba Erol Bey. Yazılarınızı severek ve merakla bekleyerek takip ediyorum. Dünyaya bakış pencereleriniz, benim düşünce dünyamda yeni açılımlara sebebiyet veriyor. Bu sebeple size çok teşekkür ediyorum . Sağlıklı ,uzun ve yazıyla örülü bir hayat geçirmenizi dilerim . Sağlıcakla kalın.

    • Yazılarıma olan ilginiz için teşekkür ediyorum. Ben de size aynı dileklerde bulunuyor, sağlıklı ve huzurlu bir yaşam diliyorum. Uzaklardan selamlar.

Faça um comentário

Seu e-mail não será publicado.


*