Dostoyevski, Sibirya Hapishane Günlerini Anlatıyor

Demin de anlatmaya başladığım gibi, kapılar kapandıktan sonra koğuşta herkes eline bir iş almıştı: Kâğıt oynayanlar bir yana, elinde işi olmayan ancak beş kişi kadardı ki, onlar da hemen yattılar. Ranzam kapının yanındaydı.

Kışlamız, kapıları kapandıktan sonra birdenbire başka bir görünüm, bir ev, bir aile ocağı görünümü alıverdi. Ancak o zaman mahpus arkadaşlarımı tabii halleriyle görebildim.

Gündüzleri çavuşların, nöbetçilerin ve öbür amirlerin her an hapishaneye gelme ihtimalleri olduğundan mahpusların durumu bambaşka olur; hepsinde bir tedirginlik sezilir, dikkat kesilmiş, hep bir şey bekliyormuş gibi bir halleri vardır. Ama kapılar kapanır kapanmaz herkes rahat rahat yerine yerleşir, hemen işiyle uğraşmaya başlar. Koğuş ansızın aydınlanıverir. Herkes, genellikle tahta şamdanlar içindeki mumlarını yakmıştır. Kimi kundura yapmaya, kimi de elbise dikmeye dalar. Koğuşun zaten boğuk olan havası gitgide ağırlaşırdı. Birkaç kumarbaz, bir köşeye çömelmiş, yere serili kilim üzerinde kâğıt oyunu çevirirdi. Hemen hemen her koğuşta, yanında bir arşın boyunda kötü bir kilim parçası, mum ve ele alınmayacak kadar yağlı iskambil kâğıtları bulunduran bir mahpus vardı. Bu malzemelerin hepsine birden “meydan” denirdi. Meydan sahibi, oynayanlardan bir gece için on beş kapik kadar bir kira alırdı; geçimini böyle sağlardı. En çok “üç kâğıt”, “kümecik” vs. gibi kâğıt oyunları oynarlardı. Oyunların hepsi heyecanlı geçerdi.

Her oyuncu önce cebindeki bütün metelikleri önüne yığar, bu parayı tamamen kaybetmeden ya da arkadaşlarının önündekini temizlemeden kilimden kalkmazdı. Oyun gecenin geç vakitlerinde, hatta bazen de gün ağarırken, koğuş kapısının açılmasıyla sona ererdi.

Hapishanenin başka koğuşlarında olduğu gibi, bizim koğuşumuzda da meteliksiz zibidiler, varını yoğunu kumara, içkiye verenler bulunduğu gibi, anadan doğma yoksullar da vardı. “Anadan doğma” deyiminin altını çizmek istiyorum. Gerçekten, halkımızın birbirinden gerek durum, gerek yaşayış bakımından farklı olan çeşitli sınıflarının her birinde biraz tuhaf, kendi hallerinde kimseler bulunur; tembel falan da olmadıkları halde, nedense ömürlerinin sonuna dek kadar yoksulluğa mahkûm olmak gibi bir yazgıları vardır. Aileleri yoktur, üstleri başları perişandır, daima boynu bükük ve kederlidirler; hep birilerinden medet umar ya bir sefihin ya da bir sonradan görmenin eline bakarlar. Bir işin ucundan tutmak ve sorumluluk almak onlar için bir yük, hatta ıstırap verici bir şeydir. Sanki dünyaya asla kendi başlarına bir şey yapmak, birilerini idare etmek için değil, sırf başkalarının iradesine boyun eğmek, yahut şuna buna uşaklık etmek için gelmişlerdir. Üstelik hiçbir koşulda para kazanamaz, kazansalar da ellerinde tutamazlar. Daima meteliksizdirler. Bu gibi insanların yalnızca basit halk arasında değil, her türlü toplulukta, mesela partilerde, basında, derneklerde de bulunduğunu fark etmiştim. Her hapishanede, her koğuşta da vardır bunlardan ve “meydan” kurulur kurulmaz, içlerinden biri hemen hizmete koşardı. Zaten nöbetçisiz meydan da olmazdı pek. Bu adam genellikle beş gümüş kapik karşılığında oyuncular tarafından tutulurdu, başlıca görevi bütün gece nöbet beklemekti. Adamcağız maltada, karanlıkta, eksi otuz derece soğukta, altı, yedi saat titreyerek, her çıtırtıya, her tıkırtıya, avludaki her ayak sesine kulak kesilirdi. Binbaşı ya da nöbetçiler, bazen gecenin geç vaktinde sessizce hapishaneye girer, oyunculara, çalışanlara baskın yaparlar ve zaten ta avludan görünen fazla mumlara el koyarlardı.

Nöbetçi, gelenleri malta kapısına varıncaya kadar duymalıydı, çünkü kapıdaki kilidin şangırtısı duyulduğunda mumları söndürüp ranzalara uzanacak zaman kalmazdı. Ama nöbetçi, hatası yüzünden “meydan” sahibi tarafından nasıl cezalandırılacağını pek iyi bildiğinden böyle aksaklıklar binde bir olurdu. Nöbetçinin bu ağır işe karşılık aldığı beş kapik, hapishanede bile gülünç sayılacak bir paradır; ama beni asıl şaşırtan şey, hapishanede şu ya da bu iş için tutulan hizmetçilere gösterilen acımasızlıktı. “Para verdik, iş isteriz!” kuralına itiraz etmek olanaksızdır. Parayı veren, genellikle verdiği paranın çok daha fazlası oranında fayda sağladığı halde, tuttuğu adama bir lütufta bulunduğu kanısındadır. Birçokları, eğlencelerde, içki âlemlerinde sağa sola hesapsız para sarf etmelerine rağmen, kendilerine hizmet edenleri muhakkak aldatırlar; hem bunu yalnız hapishanede, “meydan”da değil, her yerde gördüm.

Demin de anlatmaya başladığım gibi, kapılar kapandıktan sonra koğuşta herkes eline bir iş almıştı: Kâğıt oynayanlar bir yana, elinde işi olmayan ancak beş kişi kadardı ki, onlar da hemen yattılar. Ranzam kapının yanındaydı. Ranzamın diğer ucunda da baş başa gelmek üzere, Akim Akimiç yatıyordu. Saat ona, on bire kadar şehirden epey iyi bir para karşılığı sipariş edilen renkli bir Çin fenerini yapıştırmak için çalıştı. Akim Akimiç, fener yapmakta pek ustaydı; intizamlı çalışır, eline aldığı parçayı bitirene kadar bırakmaz, işini bitirdikten sonra her şeyi derleyip toplar, döşeğini serip duasını okur ve huzurla yatardı. Ağırbaşlılığı, intizam severliği yanında son derece ukalaydı, bütün aklı kıt kimseler gibi kendini olağanüstü zeki sanıyordu herhalde. Akim Akimiç’e daha ilk günden ısınamamıştım, ama daha o gün bile epey kafamı kurcaladığını ve her şeyden çok, onun gibi bir adamın hayatta başarılı olacak yerde hapishaneye düşmesine şaşırdığımı hatırlıyorum.

Fyodor Dostoyevski

Ölüler Evinden Anılar, İş Bankası Yayınları, Çeviren: Nihal Yalaza Taluy, sayfa 161-166.

https://www.idefix.com/Kitap/Oluler-Evinden-Anilar-Hasan-Ali-Yucel-Klasikleri/Edebiyat/Roman/Dunya-Klasik/urunno=0000000277819

Share this content:

Seja o primeiro a comentar

Faça um comentário

Seu e-mail não será publicado.


*