

Örneğin aşı ile ilgili haberlere bakınız; dünyanın neresinde ve hangi dilde olursa olsun, yorumların çoğunun “aşılarla insanları öldürdükleri, onların vücutlarına çip yerleştirdikleri, onları hasta ettikleri v.s.” gibi komplo teorilerine sıklıkla rastlayabilirsiniz
Hayat her şeye rağmen güzeldir
Çağdaş 20. yüzyıl Japon edebiyatının “hırçın çocuğu, büyük bir deha” olarak nitelenen ve döneminin en önemli yazarlarından birisi olarak kabul edilen Yukio Mişima’nın bazı kitaplarını okudum son günlerde. Onun da yalın ve akıcı bir dili var. Özellikle kısa öyküleri çok etkileyici. İlginçtir o da bazı Japon yazarlar gibi ününün zirvesindeyken geleneksel yöntemle intihar ederek yaşamına son veriyor. Üstelik daha 45 yaşındayken. O şöyle yazmış:
“Kendine acımanın emin limanına çekilmek, kendini trajik bir kurban gibi görmek, bütün kaçış yolları tutulmuş insanların başvurduğu eski bir hiledir …” (Yukio Mişima: Bir Maskenin İtirafları, Can Yayınları, Çevirmen: Zeyyat Selimoğlu, İstanbul 2019, sayfa 166
Gerçekten de öyle değil mi? Çoğu insanın hayatı kendine acımakla geçiyor, bilinçli ya da bilinçsizce kendimizi acıyoruz. Kendimiz hep mağduruz; hep hakkı yenen, hep haklı olan yalnızca kendimiziz. Hep her şeyin en iyisi, en temiziyiz ve bizim dışımızda kalan insanlar ya duyarsızlar, beş para etmezler, aptallar, ya da haksızlar.
Çünkü kendini sürekli haklı görmek, sürekli mağdur olduğunu, haksızlığa uğradığını düşünmek de kendine acımanın bir yoludur. Bu, kendisini kurban hissetmenin bir yoludur. Sürekli başkalarından şikâyet eden ve suçlayan insan, kendisinin hiçbir şeyden sorumlu olmadığını düşünür. Aslında tam da tersidir; kendisi de diğerleri kadar her şeyden sorumludur.
“Bu arada kiraz ağaçları çiçek açmaya başlamıştı, ama kimsenin onları seyretmeye vakti yoktu sanki.” (Mișima: age, sayfa 146)
Görmeye gerek olmayan birçok şeyi görmeye çalıştığımızdan, belki de görmemiz gereken şeyleri kaçırıyoruz hayatın içinde. Tıpkı elimizden kayan balıklar gibi. Ve gelen baharı görmüyoruz, çiçek açan ağaçları, yolları ve kendimizi.
Her gün, her dakika hayatı kendimize zehir etmekle geçiyor. Acı çekmekten mazoşist biçimde zevk alıyoruz. Hayatı zehir etmeye yetecek kadar şey oluyor dünyada: Haksızlıklar, savaşlar, afetler, birçok şey. Ama bununla yetinmiyor, bir de kendimiz hayatımızı kendimize zehir ediyoruz adeta. Yaşadığımız her dakika bize işkence oluyor.
Yaşadığımız bir dakikalık mutluluk bile utanılacak bir şeymiş gibi geliyor. Oysa hayat diyalektik bir bütündür. Bir savaşın ortasındayken bile bir çiçeğin güzelliğinin farkına varan insanlar vardır. Görebilmek, farkında olabilmek, detaylara dikkat edebilmek bunun için yeterli bence. Kendisi de bir toplama kampında kalmış olan psikiyatrist ve nörolog Viktor E. Frankl, “İnsanın Anlam Arayışı” adlı muhteşem kitabında bir insanın toplama kampında bile yaşam sevinci ve umudunu kaybetmeyebileceğini anlatır.
Hayat sandığı
“Çocukluğun sımsıkı mühürlenmiş bir sandığı vardır. Genç insan bir gayret o sandığı açmaya çalışır. Kapağı açtığında içinin boş olduğunu görür. Bunun üzerine anlar ki, hazine sandığı dedikleri, her zaman böylesine boştur. Sonrasında artık kendi yargılarını önemsemeye başlar. Ancak, sandık gerçekten de boş mudur acaba? Sandığı açtığı anda, göremediği çok önemli bir şey uçup gitmiş midir yoksa?” (Yukio Mişima: Yaz Ortasında Ölüm, Çeviri: Hüseyin Can Erkin, 1. Basım: Temmuz 2011 İstanbul, sayfa 12.)
Orada sandıkta belki de göremediğimiz aslında uçup giden hayatımızın en önemli parçasıdır. Sorumlulukların, yükümlülüklerin, misyonların genellikle olmadığı bu sandıkta gerçekte ne olduğunu, belki de yaşlanınca yıllar sonra görebileceğiz. Onun için de hayatın bazı aşamalarından geçip biraz olgunlaşmak gerektiğini düşünüyorum. Çoğu insanın ise kendi sandığında ne olduğunu görmek bir yana, bu sandığın kapağını bile kaldırmadan hayatını tamamladığını düşünüyorum.
Sandık asla boş değildir ama onu görebilecek kapasiteyi sahip olmak gerekir.
Sade ruhlar
“Ben sade yürekleri severim. Bu dünyada basit bedenlerdeki sade ruh kadar güzel bir şey olmadığını düşünecek kadar severim.” (Yukio Mişima: Aşka Susamış, Can Yayınları, Haziran 2022, Çeviri: Ali Volkan Erdemir, İstanbul, s. 23.)
Evet, ruhlar da süslenir, tıpkı bedenler gibi. Bir ruhun saf ve derin sadeliğine ulaşmak çok zaman alır. Bir insan, kendi ruhunu çırılçıplak görmek için bütün bu süslerden, fazlalıklardan arınmalı ve derin bir sadeliğe ulaşabilmelidir. İnsan ancak o zaman kendi ruhunu görebilir. Başkasının ruhunu görebilmek ise neredeyse imkânsızdır.
Ama bazı insanlar bunu kolaylıkla yapabildiklerine inanırlar. Ancak insanın ruhu nasıl kendi içinde değilse, uzaklarda saklı ise, çoğu insanın gözleri de hep başkalarının ruhlarının üzerindedir. O kendi ruhunu çoğu zaman görmez, göremez, aramaz, es geçer.
Ve aslında insan yalınlaştıkça, sadeleştikçe derinleşir ve güzelleşir, tıpkı doğa gibi olur. Diğer bir gerçek ise, -bu sosyal medya çağında, her şeyin vitrindeki bir plastik görselliğin anlamına büründüğü bu çağda- sade bir ruha rastlamanın çok zor oluşudur.
Ama asıl gerçek şudur: Önce bir ruhun olmalı ki onu sadeleştirebilesin. Birçok insanın ruhu (iç dünyası) bile yoktur.
Nesnelerin hizmetçisi olmak
Ben artık her gün evde de sanki bir davete gidiyormuş gibi temiz ve en güzel, rahat elbiselerimi giyinmeye çalışıyorum. Tabii ki takım elbise ve kravat giymiyorum. Bunları hayatımda çok az giymişimdir, lise dönemimden sonra. Genellikle rahat ve spor tarzda giyinmeyi severim. Çünkü başkaları için değil, kendim için böyle yapıyorum. Başkaları beni görse ne olur, görmese ne olur? Önemli olan benim kendimi hijyenik ve rahat hissetmem.
Bunu daha önce yazdım mı, hatırlamıyorum, yıllar önce Almanya’da tanıştığım bir arkadaş anlatmıştı. Çocukken ona yeni bir pantolon alınmış, ama annesi, çocuk o pantolonu çok sevmesine rağmen, onun onu giymesine izin vermiyormuș. Bayramdan bayrama ya da çok özel bir günde giymesi için saklıyormuş. O gün bugün derken birkaç yıl geçmiş, çocuk o pantolonu bir daha hiç giyememiş. Çünkü birkaç yıl sonra o pantolon küçülmüş, artık onu kardeşine vermişler.
Dolayısıyla, orada elbise dolabımızdaki elbiselerin belki de çoğu sadece yılda birkaç kez giyilecek ve sonra belki de üstümüze olmayacaksa, neden onları şu an kullanmayalım ve özel günleri bekleyelim bunun için? Nesneler bize hizmet etmek için var. Ben nesnelere hizmet etmeyeceğim.
Benim için önemli olan temiz bir vücut, hijyenik bir ortam, temiz elbiseler ve temiz bir zihin, vicdan, bundan ötesine ihtiyacım yok. Kimseye de kendimi göstermeye ihtiyacım yok artık.
Homojen duvarlar
Çevremize şöyle bir bakalım, tıpatıp kendimiz gibi düşünen insanlarla dolu. Belki %80’i böyle, sanal dünyada. Bu oran değişebilir biraz, ama hep birbirimize benzeyen insanlarız ve kendimiz gibi düşünmeyen insanları da izole ediyoruz. Zaman içinde çevremize homojen duvarlar örüyoruz , farklı düşüncelerin giremediği homojen duvarlar. Girse bile o farklı düşünceler üzerinde düşünmeye gerek bile görmüyoruz. Çünkü kendimizin her konuda yüzde yüz doğru olduğuna inanıyoruz. Kendi dünyamızdan dışarıya atıyoruz onları bir şekilde ve insanları karakterlerine, davranışlarına göre değil, düşüncelerine göre kategorize ediyoruz.
Aslında bu kısır döngüye yol açıyor ve birbirimize propaganda yapmaktan başka da bir şey olmuyor. Aynı düşüncedeki insanlar sürekli birbirlerini pohpohluyor ve bu da bir kısır döngüye yol açıyor, başka hiçbir şeye değil.
Herkese açık sayfalarda ise, yorumlar kısmında birbirine kin kusuyor, linç ediyor birçok insan. Sosyal medya ile birlikte hep denildiği gibi sanal linç, hoşgörüsüzlük ve nefret de arttı dünyada. Farklı düşüncedeki insanların en azından bir kısmı, -profesyonel ya da gönüllü trollerin de manipülasyonu ile birlikte-, birbirlerinden nefret ederek yaşıyorlar.
Bir hoşgörüsüzlük çağı
Bir hoşgörüsüzlük çağı gibi içinde yaşadığımız çağ. İster dinsel, isterse ideolojik kökenli olsun, hoşgörüsüzlük kendi düşüncesini empoze etme ve ötekileştirmeye hizmet ediyor. Çünkü sosyal medya canlı bir organizma gibi mahallere bölünmüş ve bu da kutuplaşmayı hızla artırmıştır. Kişinin vitrinde olması, yani onun tüm mahalle tarafından her an gözetlenebilir ve görülebilir olması da kişi üzerindeki baskıyı artırmakta ve giderek onu daha da kendi özünden, özgün düşüncelerden uzaklaştırmaktadır. Bu da kişinin kendisini mahallenin resmi ideolojisi, resmi inançları çerçevesinde yeniden konumlandırmasına yol açıyor. Bu nedenle sosyal medyada çoğu kişi sürekli olarak homojen bir kitlenin, bir mahallenin içindedir. Bu mahallelerin yüksek duvarları, keskin sınırlarla belirlenmiştir ve genellikle de fanatik bir şekilde konumlanmıştır.
“Bana benzeyen bir insan arıyordum, ama bulamıyordum. Bütün köşe bucaklarını arayıp taradım yeryüzünün; boşunaydı direnmem. Yalnız kalamıyordum bununla birlikte. Kişiliğimi onayan biri olmalıydı; benim gibi düşünen biri olmalıydı.” (Comte de Lautréamont: Maldoror’un Şarkıları, İmge Kitabevi, 2015, Ankara, Çeviren: Özdemir İnce, s. 106-107.)
Hem benzersiz ve eşsiz olduğumuzu düşünürüz çoğu zaman, hem de sadece birilerinin kopyası olduğumuz, herkesin birbirine benzetildiği duvarların arkasında olmayı yeğleriz. Nedir bu peki, bir onaylanma ihtiyacı mı?
Kitlelerin zihinlerindeki kafesler
Gustave Le Bon’un ünlü “Kitleler Psikolojisi” adlı kitabı, başucu kitaplarımdan birisidir ve sürekli açıp okurum tekrar tekrar. Çünkü orada kitlelerin ruhu ve günümüzdeki gerçeklik, hakikat çok yalın olarak ortaya konulmuştur. Zaten Freud da bu konudaki kendi kitabını yazarken, bu kitabı temel alarak, ondan etkilenmiştir. Bu tip kitaplar insanın önüne, her okuyuşunda yeni pencereler açıyor.
“Gençlikte öğrendiğimiz birkaç formül ve beylik söz stoku sayesinde, ömrümüzü geçirmeye yetecek olan malzemeyi elde ediyor ve böylece yorucu olan düşünmek zahmetinden kurtuluyoruz.” (Gustave Le Bon: “Kitleler Psikolojisi”, Hayat Yayınları, sayfa 93.)
İşte bu birkaç cümle bence her şeyi açıklıyor: İdeolojilerin, inançların, dinlerin insanın zihninde nasıl ömür boyu yer alabildiğini. Çünkü birçok insan çocuklukta ya da ilk gençlikte elde ettiği düşünceleri genel olarak değiştirmiyor ve o düşüncelerin her zaman yüzde yüz doğru olduğuna inanıyor. Ve böylece de hayatının geri kalan bölümünde hiçbir zaman ideoloji ya da inancını sorgulamıyor; dolayısıyla sorgulanmayan bir inanç, düşünce katılaşıyor, kemikleşiyor ve o kişinin zihnini tümden ele geçiriyor. O kişi de kendince zihinsel olarak düşünmeden, sorgulamadan, yüzleşmeden kendisince daha kolay bir hayat yaşamış oluyor belki böylece. Hem de zaman içinde edindiği çevre açısından kendi imajını ve çıkarlarını, kendi yansımasını daha görünür ve onaylanır hale getiriyor.
Komplocu Zihinler
“Bunun gibi, kitleler daima bilinçaltı sınırı üzerinde dolaşarak bütün telkinlere maruz bulunurlar. Akli etkilerin yardımından mahrum bulunan kitleler, fazla bir safdillik ve her şeye kolay inanırlık gösterir. Onlar için olmayacak hiçbir şey yoktur. En garip ve akıl almaz hikâyelerin, masalların kolaylıkla uydurulup yayıldıklarını anlamak için bu durumu hatırlamak gerekir.” (Le Bon: Kitleler Psikolojisi, sayfa 36.)
Bu internet üzerinde, yani sanal kitlelerde de aynı şekilde işliyor. Günümüzde dünyanın her tarafında hemen hemen bir komploculuk, komplo teorilerinin yaygınlığı var. Dolayısıyla burada sanal kitleler komplo teorilerine çok ilgi gösteriyorlar. Özellikle bu kitlelerin bir bölümü diyelim hepsi olmasa bile. Dolayısıyla bu akıl almaz, herhangi bir şekilde bilimsel bir şekilde kanıtlanmamış olan söylentileri, yalanları, manipülasyonları, komplo teorilerini tamamen doğruymuş gibi kabul edip ona yönelik propagandaya başlıyorlar, bilinçli ya da bilinçsiz olarak.
Örneğin aşı ile ilgili haberlere bakınız; dünyanın neresinde ve hangi dilde olursa olsun, yorumların çoğunun “aşılarla insanları öldürdükleri, onların vücutlarına çip yerleştirdikleri, onları hasta ettikleri v.s.” gibi komplo teorilerine sıklıkla rastlayabilirsiniz .
“Yolcu uçaklarının motoru genelde bir yoğunlaşma izi bırakır. Buluta benzeyen bu izlerin sebebi, çıkan gazlardaki su parçacıklarıdır. Su parçacıkları, yüksek rakımdaki düşük sıcaklık sebebiyle hızlıca buz kristallerine dönüşür. Ama ‘kimyasal püskürtme’ denen komplo teorileri, bu yoğunlaşma izinin arkasında şeytani bir oyun arar. Kimyasal püskürtme komplo teorilerine göre, uçakların yoğunlaşma izi, halkın davranışlarını etkilemek için şeytani bir oyunun parçası olarak genelde hükümetin isteğiyle püskürtülen biyolojik ve kimyasal bir maddedir.” (Jan-Willem van Prooijen: Komplo Torilerinin Psikolojisi, Nobel Yayıncılık, 1. Basım 2021, sayfa 15.)
Vikipedi’ye göre ise şöyle: “Chemtrail komplo teorisi ya da kimyasal püskürtme kuramı, yüksekten uçan uçakların semada uzun süre bıraktıkları izlerin gizli olarak planlanmış sinsi hedefler için kasten püskürtülen kimyevî veya biyolojik madde olduğuna ilişkin komplo teorisi.”
Örneğin, geçenlerde Facebook’ta önüme bir haber düştü. Haberde bir manken kadın teknesiyle denizdeyken bulutlara baktığında bulutların garip olduğunu söylüyordu. Haber şöyleydi: “Ünlü manken, gökyüzünde gördüğü görüntülerin bulut değil, kimyasal püskürtme sonucu oluştuğunu öne sürdü.” (Medyadan)
Ya da hükümetler yerine bundan “dış güçleri” sorumlu tutuyorlar.
Benim ilgimi çeken daha çok yorumlar oldu. Yorumlarda hemen hemen birkaç yorum dışında, yüzlerce yorum onun komplo teorisini destekliyordu. Kitlelerde inanılmaz bir komplo teorisi düşkünlüğü var. Bu tabii son yıllarda özellikle aşırı sağın yükselişiyle de paralel olarak, dünyanın her tarafında hızla yayılmaya başladı. Bu tür komplolara inanan insanlar, gördüğüm kadarıyla inanmayanlara ayar veriyor, onlara kızıyorlar yorumlarda. Trump gibi, iklim krizinin koca bir yalan olduğunu söylüyorlar örneğin.
Yine depremlerin de yapay olarak tetiklendiğini iddia edenler çok sayıda. Hatta bir seferinde bir haber hatırlıyorum: Bill Gates yatıyla Bodrum’da denizde biraz açılmış, o sırada da bir deprem oluyor o yakınlarda. Ve o depremi Bill Gates’in yatından tetiklediğini iddia eden bir komplo teorisi yaygınlaşmıştı sosyal medyada o sıralar.
“İnansak da inanmasak da bu komplo teorileri kesinlikle etkileyici. Komplo teorileri, hepimizin güçlü kötücül ve görünmez güçlerin yönettiği kuklalar olduğumuz yönündeki temel, karanlık korkuya hitap eder. Bu teoriler, biz farkına bile varmadan hayatımızı etkileyen gizli saklı, kötü kalpli organizasyonlara isaret eder. Komplo teorilerinin çoğu, içimizde bir ‘ya gerçekten öyleyse?’ hissi oluşturur.” (Komplo Teorilerinin Psikolojisi, sayfa 2.)
Ben kişi olarak, bilimsel olarak kanıtlanmamış hiçbir şeye inanmıyorum; kaldı ki komplo teorilerine beş kuruşluk değer vermem. Peki bu on binlerce teoriden bazıları doğru olabilir mi? Belki, ama sadece doğruluğu kanıtlandığında inanırım buna.
İkinci el insan olmak
“Kendinizi başka birisinin düşüncelerine göre incelemeye çalışırsanız hep ikinci el bir insan olarak kalırsınız.” (Hayır Diyebilme Sanatı, Müthiş Psikoloji, Destek Yayınları, Ekim 2024, sayfa 87.)
Toplumun önemli bir kısmı hayatını orijinal hayatlar olarak değil, ikinci el hayatlar olarak yaşar. İkinci el hayatlar, bu elden düşme hayatlar ile toplumsal hiyerarşik yapılanma içinde ve mikro, makro iktidarların etkisi altında olan hayatlarımız kendi orijinalliklerini yitirirler. Dolayısıyla okulda, işte, her yerde, evde -kendimizi orijinal sanmakla-, birlikte aslında ikinci el hayatlar yaşarız. Çünkü kendi tepemize hep başka kişi ve şeyleri koyarız, idollerimiz vardır.
“İnsanlara baktığımda uzun süre anlayamadığım oydu. Kendi benlikleri yok. Başkalarının içinde yaşıyorlar. Elden düşme yaşıyorlar.” (Ayn Rand: Hayatın Kaynağı, Çeviren: Belkıs Çorakçı Dişbudak, 3. Baskı: İstanbul, Mart 2003, sayfa 721.)
Başkalarının düşüncelerini savunuruz, kendimizi tanıdığımızı düşünürüz, aslında hep ifade edildiği gibi ne kendimizi, ne de başkalarını tanırız. Hayran olduğumuz, tepemize koyduğumuz, tepemize çıkan insanlar vardır. Hep şu veya bu nedenle, dolayısıyla onların ağırlığı altında ezilerek ikinci el hayatlar yaşarız; sıradanızdır, ama yine belirttiğim gibi çok orijinal ve özgün olduğumuzu sanırız. Bununla birlikte hiçbir düşünce üretmez, kendimizi geliştirmez ve yetiştirmeyiz. Çünkü bu kapasiteden yoksunuzdur. Ama yine de kendimizi çok özgün düşünceler ileri sürmüş bir insan gibi, neredeyse bir filozof gibi görürüz. Ortada ise çogu zaman hiçbir şey yoktur ürettiğimiz.
Çoktan sararmış, sarıya dönmüş eski bir kitabın sayfaları gibi yıpranmışız, kirlenmişiz hayatın içinde. Ama kendimizi hâlâ gıcır gıcır yeni ve tertemiz bir kitap sayfası sanıyoruz ne yazık ki.
Küçük dünyalar
Bazı insanların dünyaları çok küçük; o kadar küçük ki hiçbir hayale, düşe yer yok. Kendilerine bir şey söylendiğinde işte, “Benim bunun için param veya zamanım yok.” Ya da başka türlü bahaneler üretiyorlar. Hiç olmazsa düşle bir şeyi, hayal et; yapacağını söyle yapmasan da. Gitmek istediğin bir yere hiç gitmesen de, bir gün gidebileceğini söyle. Çoğu insan hayal etme, düş kurma yetisinden bile yoksun ne yazık ki.
Birçok insan kendi kurduğu küçücük bir hayatın içinde yaşıyor ve o hayatı dünyanın bütünü sanıyor belki. O hayatı yaşamaya razı ve bununla mutlu olduğunu sanıyor. Aslında bütün hayatı nefes almaktan, itaat etmekten, üzerine yüklenmiş bazı sorumlulukları ve misyonları bir robot gibi yerine getirmekten ibaret. Bunun ötesinde ne bir düşü var, ne de bir isteği ve arzusu. Ailesi, parası, kariyeri belki var, bunun ötesinde bir şeyi yok. Küçük dünyalar, küçük insanlar yaratıyor ne yazık ki.
Erol Anar
Paraná,
30 Eylül 2025.
Görsel: OrnaW, Pixabay.
Share this content:
Faça um comentário