

Hayattan geç de olsa öğrendiğim derslerden biri şudur: Herkesi hoşnut etmek zorunda değilim. Genellikle toplumumuzda şöyle düşünülüyor: Bir şey yapmak istemeseniz, çok istekli olmasanız da, “Aman ayıp olur, şimdi bunu yapmazsam, ya da şöyle demezsem ayıp olur.” diye düşünerek nezaketen yapıyoruz bir şeyleri bir şekilde. Örneğin, görüşmek istemediğiniz bir kişi arıyor, ama ayıp olmasın diye nezaketen telefon görüşmesini kabul edip görüşüyorsunuz.
Bu, aslında istemediğiniz bir şeyi yapmanız anlamına geliyor. Bu nedenle bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. İstemediğim bir şeyi yapmak zorunda değilim. Birilerine ayıp olabilir ya da yanlış gelebilir, ama ben istemiyorum bunu; ben zorlamamışım o kişiyi beni araması için ya da ben davet etmemişim. Dolayısıyla, selam vermek istemediğimde vermiyorum. Konuşmak istemediğimde konuşmuyorum. Çünkü daha önce de söylediğim gibi, artık 60 yaşındayım ve kaybedecek bir dakikam bile yok.
Mutluluk ve huzur
“Mutluluk, olduğu yerdedir; olmasını istediğin yerde değil,” diyor Vasconcelos “Güneşi Uyandıralım” adlı kitabında.
Gerçekten de, mutluluğu kendimizin yaratacağını sanabiliyoruz bazen, ya da olayların, kişilerin bize mutluluğu getireceğini. Ama mutluluk, yukarıda belirtildiği gibi, olmasını arzu ettiğimiz yerden gelmiyor; tek parça ve bir bütün halinde de gelmiyor. O, küçük küçük parçalara, detaylara ayrılmış, onu bir anda bulup yiyemezsiniz bir pasta gibi. Mutluluk, parça parça, sindire sindire ve zaman zaman elde edilebilecek bir şey. Çünkü her zaman elde edilseydi, o zaten mutluluk olamazdı.
Mutlu olduğumuzu düşündüğümüz yıllarımız genellikle çocukluk yıllarımızdır; çocukken daha özgür düşünürüz, daha özgür davranırız ve beynimizin içinden geçeni daha açık bir şekilde ortaya koyarız.
Sonra hep dile getirildiği gibi, sistem, toplum ve devlet bizi eğitir; o saflığımızı, özgürlüğümüzü elimizden alır ve bizi birer robot olmaya doğru sevk eder. Böylece otoriteye boyun eğmeye, kurallara uymaya, böyle davranmaya ve “iyi bir vatandaş” olmaya zorlanırız; bütün bunlar özgürlüğümüzü, ve hatta bu nedenle mutluluğumuzu da elimizden alır.
Son yıllarda özellikle uzaktan baktığımda kendi çocukluğuma; çocukken mutluydum, acısıyla ve tatlısıyla genel olarak. Şimdi de mutluyum, ama şimdiki mutluluğum daha farklı, daha parça parça, anlık olarak hissediyorum onu.
Ve mutluluktan daha önemli bir şey olduğunu da fark ettim hayat için; o da huzur. Çünkü buradaki yaşamım, daha önce bir kez söylemiştim, kasırga ya da fırtınalı hayatlardan sonra sükûnete ermiş, fırtınadan sonra adaya ulaşmış bir insanın hayatı gibi. Sükûnete ermiş bir deniz ve huzurdan ibaret.
Dolayısıyla içinde çok kötü şeylerin olmadığı, huzurlu bir yirmi yıl; böyle hissediyorum. Ve genel anlamda dediğim gibi, mutluluğu bir bütün olarak elde edemeyeceğimiz için, mutlu olarak da hissediyorum kendimi, parça parça. Çünkü herkes bilir ki mutluluk her an olamaz demiştim. İşte öyle.
Bu nedenle ben huzuru önemsiyorum, artık; belki de yaşla ilgili. Bilmiyorum, ben huzuru birinci sıraya koyanlardanım, mutluluğun da üstüne. Çünkü huzur mutluluğu da kapsıyor, mutluluk da huzurun içinde bir parça var diye düşünüyorum.
“… artık huzurluyum. Bunun, sadece, beni biraz olsun havasızlıktan kurtarmış bir gök gürültüsü olmasına rağmen, buna huzur diyorum. En azından benim için bir değişiklik oldu ve hayatıma çok hızlı bir şekilde girdi. (Henry James: Yürek Burgusu, Altınbilek Yayınları, 2015, sayfa 96)
Yani mutluluğu parça parça da olsa hissedebilmek ve huzur bulabilmek için insanın kendini rahatlatması gerekiyor toplumdan çevreden sistemden devletten; birçok faktörden kendisini arındırması, onların etkisinden mümkün olduğunca kurtulması gerekiyor. Bu noktada rahat olmak ve insanın kaygılardan, hırslardan, acılardan ve hatta sahte mutluluklarından kurtulması ve her şeyi doğal bir akışına bırakması demektir.
“Açar düșünceler de çiçekler gibi,
Bir günde yüzlercesi.
Bırak çiçeklensin!
Bırak her şeyi akışına.
Sorma sana getirisini!” (Hermann Hesse: Ağaçlar)
“Akışına bırak.” derler ya işte aynen öyle. Ama akışa aynı zamanda müdahale edebilir insan, elbette ama akıntının tersine yüzmeye çalışmadan, çünkü bu sadece acı getirecektir sana.
“Mutluluk aynen uyku gibi sana gelir, huzur da öyle: kendini serbest bırakınca, izin verince, bekleyince gelir.” (Osho: Martıları Seven Adam, Butik Yayınları, 1. Basım, Çev: Meral Bolak, 2009)
Diğer yandan, huzur dışarıda bir yerde değil, denildiği gibi insanın kendi içinde, iç dünyasında. Sadece onu parça parça dışarı çıkarıp gerçekleştirmek kalıyor bize. Bu nedenle, elbette olaylar, olgular bizi huzursuz yapabilir; ama yine de bütün bunları aşıp, insan iç dünyasındaki o dingin sularda bir parça huzur bulabiliriz diye düşünüyorum. Yani, huzur, mutluluk gibi kendi içimizde bir define gibi; onu aramaya çıkarsak, belki nadir bir mücevher gibi bir gün bulabileceğiz.
İçimizin derinliklerinden yavaşça süzülen o huzuru bu dünyadaki birçok şey bozamaz.
Bireysel hayatımdan memnunum, ama benim huzursuzluklarım toplumsaldır. Elbette dünyanın gidişatına, afetlere, giderek artan yoksulluğa, her yerden gelen adaletsizliğe üzülüyorum ve tepki duyuyorum. Duyarlıyım. Ama bütün bunlar dahi varsa bir insanın derinlerindeki iç huzurunu bozamaz, yok edemez.
Her şeyin olduğu gibi, bulduğun bir parça huzurun da bedelini ödemen gerekiyor. Ben hayatımın son yirmi yılındaki sükûnet ve içsel huzurumun bedelini çok önceleri ödedim.
“Camdan duvar”
“Sınıfta hepimiz kendisini pek sever, takdir ederdik, ama hiçbir vakit senli benli olmadı bizimle, bir çeșit camdan duvar kendisini sarıp kuşatırdı. Sessiz, sevimli gülümsemesiyle çevresindeki dünyanın kapılarını aralar, ama kendi kapısını kapardı bu dünyaya.” (Klaus Wagenbach: Franz Kafka Yaşam Öyküsü, Cem Yayınevi, Çev; Kamuran Şipal, Ocak 1997)
Onu tanıyanların söylediğine göre, Kafka görünmez bir cam duvarın içinde olmayı tercih edermiş insanlarla olan ilişkilerinde. İşte benim de yaptığım bu son yıllarda, özellikle tanımadığım ya da tanıdığım ama ilişki içinde olmak istemediğim insanlara karşı, bir cam duvar içinde kendimi muhafaza ediyorum. Sadece sevdiklerime karşı bir cam duvar yok. Çünkü insan belirli bir yaşa geldiğinde kendisini daha çok korumalı diye düşünüyorum ve nezaketsizliklere, acımasızlıklara, alaylara, iğnelere, her tür çeşit iğrençliğe karşı kendisini bir tür koruma altına alması gerekiyor.
Bu cam duvar, yabancılarla onun kendi arasında. O da herkese karşı yabancı belki, birkaç kişi dışında.
Çünkü toplum bireyi yutmak ve kendi bünyesinde eritmek ister. En küçük gruplar, topluluklar bile böyledir özünde ve tutsaklaştırır, kontrol altına alır bireyi. Kendini korumak ve yutulmamak istersen, toplumdan ve tek tek insanlardan biraz uzaklaşman gerekiyor.
En çok mutlu ve huzurlu olduğum yer, en az insan gördüğüm yerdir. Bu benim için; içimden yükselen karşı konulamaz bir doğaya dönüş isteği, ve bastırılamaz bir heyecan. Coşku dolu… En mutlu ve huzurlu hissettiğim yerdir doğa kendimi. Orman, göl ya da bomboş bir sahil ya da insanların az olduğu yerler.
Huzur ne şundadır, ne de bunda. O dış dünyada değildir. O sadece denildiği gibi kişinin kendi içindedir. Huzur istiyorsan sadece kendi içine bakmalısın.
Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan insan en özgür insandır
“İnsanların bana hayatım boyunca gagalamaya çalıştığı türden zırvaları kabul etmek zorunda değilim artık.” (Daniel Keyes: Algernon’a Çiçekler, Koridor Yayınları, Çev: Handan Ünlü Haktanır, 2015, sayfa 131)
Bence insanın en çok rahatladığı an, kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını anladığı andır. Çünkü kaybedecek şeyleri olduğunu düşünürse, örneğin ilişkilerinde ya da diğer insanlarla olan sosyal ilişkilerinde, o zaman diğer insanlar tarafından kontrol edilmeye, yönetilmeye başlamış demektir. Çeşitli endişe ve kaygılarla, “O insanlar benim hakkımda olumsuz düşünürse, şöyle olursa, böyle olursa…” diye kontrollü davranacaktır; yani kendisi olmayacak ve başka birisi olacaktır; yönetilen, kontrol edilen, diğer insanlara göre davranış şekilleri geliştiren bir insan.
Şimdi, benim hakkımda başka birisi olumsuz düşünse ne olur, ya da olumlu düşünse ne olur? Ya da beni arayıp sorsalar ne olur, ya da aramayıp sormasalar ne olur? Benim açımdan hiçbir şey fark etmiyor ki. Hiç umursamıyorum bunları artık; ya da herhangi birisi beni beğenmiş beğenmemiş, onaylamış onaylamamış; takdir etmiş etmemiş, övmüş, yermiş … ne fark eder? Yapsa ne olur, yapmasa ne olur? Bu nedenle kaybedecek hiçbir şeyim yok.
Onun için kendim olmaya çalışıyorum her zaman; bu nedenle hiç kimseye şirin görünmek ve sempatik davranmak zorunda da değilim. Birisi benim hakkımda olumsuz düşünürse ne olur? Düşünse ne olur, düşünmese ne olur?
Kendin ol; hiçbir zaman ne kazanacağın ne de kaybedeceğin bir şey yokmuş gibi davran diyorum hep kendime. Bu mantıkla gidiyorum. Öyleyse bu anı yaşıyorum.
Hayatımdaki birkaç kişi dışında hiç kimseyi hoşnut etmek zorunda değilim; hiç kimseye sempatik davranmak ve öyle görünmek zorunda değilim dediğim gibi. İnsanların benim hakkımda ne düşündüğünün hiçbir önemi yok.
Bu nedenle kimseye gidip saygısızlık yapmam, ama insanlara saygı göstermek zorunda da değilim, çoğuna en azından. Onların da bana saygı gösterip göstermemesi önemli değil; gösterse ne olur, göstermezse ne olur?
İnsanlara gereğinden fazla değer vermemeyi ve umursamamayı öğrendiğinde birey daha hafifliyor; çünkü ne kadar umursarsan insanları, o kadar çok tutsak olursun onlara. “Aman arkamdan konuşmasınlar, kötü yalanlar söylemesinler,” diye düşünerek kendinden uzaklaşırsın. Ne derlerse desinler ya da ne düşünürlerse düşünsünler benim hakkımda; kimin umurunda?
Artık bu aşamasındayım hayatımın ve çok rahatlamış bir durumdayım.
Erol Anar
Paraná,
2 Mayıs 2025,
Görsel: Jmtd, Pixabay.
Share this content:
Faça um comentário